Aşağıdaki yazı Mustafa Akyol Bey’in sitesinden. Ve takip eden yorum da benim cevaben yazdıklarımın biraz genişletilmiş ve düzenlenmiş şeklidir.
“İslam Savaşları’nı Yeniden Düşünmek”
İslam dünyası neden Batı’ya göre daha güçsüz, fakir ve harap durumda? Bu soru, Osmanlı aydınlarından bugüne dek tartışılan, üzerinde kafa yorulan bir meseledir. Bugün ise belki her zamankinden daha anlamlı bir sorudur bu. Çünkü 1) sadece Batı değil Uzakdoğu da İslam dünyasını dünyevi kıstaslara göre geride bırakmış durumdadır, 2) İslam dünyasında yaşanan acılar ve dökülen kanlar belki tarihteki en feci boyutlarındadır.
Peki neden? Buna karşı pek çok Müslümanının başka medeniyetlerin özellikle de Batı’nın komplolarını cevap olarak öne sürdüğünü biliyorum. Emperyalizm, oryantalizm, siyonizm gibi kavramlar bolca kullanılarak yapılan açıklamalar bunlar… Bu açıklamalarda bazen kısmi bir haklılık bulsam da, şu iki soruyu soramadan edemiyorum:
1) İslam dünyasının bütün acıları nasıl olup da başkaları tarafından yaratılıyor? Müslümanların hiç mi hatası yok?
2) Eğer başkaları Müslümanlar aleyhinde komplolar kurguluyorsa, nasıl oluyor da Müslümanlar hep bunların kurbanı oluyor, neden bir türlü karşı-hamle yapamıyorlar?
Hürriyet gazetesinin kanımca en kayda değer yazarı olan Hadi Uluengin, geçtiğimiz günler içinde buna benzer soruları ele alan bir dizi makale kaleme aldı. “İslam Savaşları” başlığıyla yayınlanan bu dizinin birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci ve sonuncu bölümlerini ilgili linklerden okuyabilirsiniz. Bence mutlaka kulak verilmesi gereken şeyler söylemiş Hadi Uluengin. İslam dünyasında genel bir “rasyonel düşünce” eksikliği bulunduğunu, bu yüzden sorunları analiz ederek çözmek yerine komplo teorileriyle açıklayarak öfkelenme yaklaşımının egemen olduğunu vurgulamış. Ancak söz konusu “rasyonel düşünce eksikliğinin” İslam’dan değil, tarihteki belirli bir din yorumundan kaynaklandığının altını çizmiş.
Bence üzerinde düşünmeye tartışmaya değer bir argüman. Ne dersiniz?
Yazan: Mustafa Akyol Tarih: January 3, 2007 08:48 PM
Okur Yorumları
Mustafa Bey,
Maalesef bu Hadi Ulu engin’i referans alarak vardığınız yargılar manzumesi ne derinlik ne mantıki bütünlük acısından sizin en parlak yazılarınızdan biri olmaya namzet. Bu “en kayda değer” (belki bunda koyunun olmadığı yerde keçi mantığı ile hakli olabilirsiniz, benim aklıma Enis Berberoglu gelir ama o da kayda değmez) dediğiniz Hürriyet yazarının link verdiğiniz ilk yazısı söyle başlıyor.
“
İslam savaşları (I)
UNUTTUKLARIM olacaktır ama şimdilik aklıma ilk gelenleri sayıyorum.
İşgale karşı direnişin falan değil, açık açık mezhep savaşının yaşandığı Irak, biiir!
Taliban’ı ve El Kaide’siyle Afganistan ikiii!
Şii’si, Sünni’si, Dürzi’si ve Marûni’siyle, Lübnan üüüç
Siyahi Darfur’uyla, Sudan dööört!
Afrika Boynuzu’ndaki Somali beeş!
Daha düne kadar Cezayir, altııı!
Ve nihayet, kervana en son katılan Filistin’le etti mi size yedi!” (HU)
*************************************
Yanlış hesap Hadi Efendi! Benim hesabıma göre etti sıfır. Bu “İslam savaşları”nın her birinde İsrail-ABD Inc, kucak köpeği ve genelde Bati’nin kirli elleri vardır. Ne, “komplo teorisyeni”mi dediniz? Fazla orijinal değil. O kelimeyi tedavüle suren de siz değilsiniz; size bu slogan cümleleri ezberleten Batili ve “ustun irk” . Bir daha deneyin.
Ben de bu meseleleri çok kompleks, tarihi kökenleri insanlığın başlangıcına kadar
giden Oryantalizmden, sömürgeciliğe, nifaktan, modernleşmeye, Filistin Probleminden BOP’ne, komünizmin çöküşüne kadar pek çok nedenleri, uzantıları, dinamikleri izdüşümleri olan netameli mevzuular sanırdım. Düşünürümüz Bekir Coşkun-A.H. Coşkun karışımı bir liste ile bu isleri halledivermiş.
Burada okları size çevireyim musadeniz ile Mustafa Bey. Zekisiniz, berrak bir lisanınız var; konuları herkesin anlayacağı bir dille mantıki önermeler silsilesi ile açıklama kabiliyetinize hayranım. Sizin benim öğrenciliğimde hocam olmanızı isterdim ama felsefe hocam değil. Bir diferansiyel denklemler hocamız “God is nonlinear” (Tanrı Lineer değildir) der idi. Dünyanın meseleleri de keşke “onlar sorumlu” , “yok biz sorumluyuz” gibi kolay bir mantıkla açıklanabilse!
Daha önce sanıyorum “kültür emperyalizmi değil kutur boşluğu” baslığı altında bir yazı yazmıştınız, Bu iki kavramı birbiri ile örtüşmeyen, hatta aralarında bağ bulunmayan kavramlar gibi sunmuş idiniz. Orada da size bunların aslında fazla farklı şeyler olmadığını söylemiştim ama belli ki ikna edememişim. Demek istediğim, konuları “self-contained”, izole olarak ele alma temel kavramları öğrenme safhasında yararlı olabilir anma nihai hükümlere varırken bunların birbirine bağlığını hesaba katan “büyük resim” tahlili yapmaz isek ne doğru teşhise varabiliriz ne tedaviye.
Internal-external (icsel-dissal) ayırımı yapmak o kadar kolay değildir. Nasreddin Hoca’nın evinin soyulmasında olduğu gibi bütün nedenlerin birleşimi sonucu üretir.
Milton Friedman bir tartışma programında karmaşık, kapsamlı mevzuları basite indirgediğini düşündüğü kendisi gibi Nobel Ekonomi ödülü sahibi Ester Thurow’a “if you ask silly questions you get silly answers” demiş idi. Ben sizin sorularınızı ayni kategoriye koymayayım ama “yanlış sorular sorarsanız yanlış cevaplar alırsınız” diyeyim.
1) İslam dünyasının bütün acıları nasıl olup da başkaları tarafından yaratılıyor? Müslümanların hiç mi hatası yok? (M. Akyol)
Cevap:
Kim bu iddiada bulundu ki? Ama siz birçok acılarımızda Batılıların rolü olmadığını mi söylemek istiyorsunuz bu soru ile? Gidin bunu Iraklılara, Filistinlilere, Somalilere, Sudanlarla, Afganlara , Lübnanlılara anlatın, Kurtuluş savası gazilerimiz öldüğüne göre.
Bunu iddia ediyorsanız “bütün olayların oluşumunda external (dış) faktörler rol oynamaz, her şey internal (içe ait) tir” gibi bir teoriyi kabul etmek zorundasınız.
“Nasreddin Hoca yanılıyor,hırsızın kabahati olamaz” baslığı koyabilirsiniz tebliğinize.
Geçenlerde sizin de dahil olduğunuz “acık fikir toplantıları” oluşumunun düzenlediği konuşmada, “vahiyden bağımsız akil” okulunun savunucusu, reformcu Prof.Surus dahi “Ben İslam dünyasının bulunduğu durumu gericilik, hatta geri
kalmışlık olarak tavsif etmiyorum mahrumiyet, hüsran (deprivation, frustration)
kelimeleri daha uygun olur” demiş idi mealen. Ve bu günkü durumu “onlar reform yaptı biz yapmadık” gibi sığ mantıklı nedensellik yergisi yerine “onlar şanslı idi biz şanssız idik” gibi kanımca çok daha bilgece bir açıklama getirdi. (bu “bilgece” tavsifi bunun müsebbibi olarak gösterilen faktörlerin hiçbirinin baslı basına sebep olacağını reddetmedeki derin muhakeme içindir- Her bir nedensellik açıklaması “peki o neden oldu” sorusunu doğurur. Teğetten çıkmayayım, gerekirse bu konuya girebiliriz ayrıca.).
“Bu cevapta öz -eleştiri yok” diyorsanız lütfen diğer soruya cevabimi da okuyun.
2) Eğer başkaları Müslümanlar aleyhinde komplolar kurguluyorsa, nasıl oluyor da Müslümanlar hep bunların kurbanı oluyor, neden bir türlü karşı-hamle yapamıyorlar? (M. Akyol)
Cevap:
Burada “başkalarının komploları”, “siyonizm” “Haclı zihniyeti ” “oryantalizm” gibi kavramları büyük bir fırça ile boyayıp cop kutusuna atan, başlangıçtan marjinalize ederek “tartışmaya”(?) başlayan bir yaklaşım görüyorum.
Oysa oryantalizm, emperyalizm, birincisinin ikinci için araçsallaştırılması üzerine Doğulu ve Batili pek çok saygın düşünürün pek çok bilgece eserleri var. Simdi bir cümle içersine koca bilim sahalarını düşünce ekollerini koyarak hafide almak biraz su Hürriyet’teki kadının Panda Trials üzerine yazdığı yazıdaki gibi hiçbir argümanı ele almadan “Yaratılışçılık (veya Akilli Tasarımcılık?) insanları geri
zekalı yapar” demesindeki önyargılılığı çağrıştırmıyor mu?
Batiliyi suçlayan kendini de suçluyor. Nesnel tahlil ikisinde ihmal etmez. Özellikle günümüzde “iç” ve “dış” ayırımı epeyce bulanıklaşmıştır. Belki sizin gördüğünüz “özeleştiri eksikliği” Müslüman toplumların kendilerini saldırı altında hissetmelerinin sonucu olabilir. “siege mentality” (kuşatılmışlık halet-i ruhiyesi)ni iyi bilirsiniz. Eminim bunun bir deluzyon veya paranoya olduğunu iddia etmeyeceksiniz en azından “terörle küresel savaş” bitene kadar.
Bati üniversitelerinde “Saidian Ekolu” diye bir ekol var Oryantalizm’i eleştiren yerine ve Post-Colonial Studies (Sömürgecilik Sonrası Etütleri)
ni ikame eden Edward Said’in teorize ettiği. . Herhalde birkaç örümcek kafalının “dünya öküzün basında duruyor” demesi türünden üzerinde tartışılmadan çöpe atılacak düşünceler değil bu kavramlar. O zaman bu söylediğiniz kavramların her biri üzerine yapılan temel argümanları baz alıp çürütmek daha nesnel olmaz mi? Uluengin’in yazı dizisinde bunun yapıldığını görmedim. Doğrusu sizin daha önceki yazılarınızda da bunun yapıldığını sanmıyorum. Örneğin siyonizmin, veya benim tercih ettiğim “ustun ırkçı beynelmilel Yahudi” nine Bati’nin Islama bakısında oynadığı rol üzerine pek çok veriler sunuldu, tebliğler kitaplar yazıldı bütün baskılara rağmen. Yazanların çoğu Atilla Yayla veya daha kötüsü David Irving oldular. Simdi bunlar “establishment line” (merkezin argümanı)’ ndan ayrılıyor diye “fikir değil ki cevap verelim” muamelense mi layık görülüyor? Sanıyorum amiral gemisinin kaptanı Atilla Yayla’ya ayni muameleyi yaptığında siz de karsı çıkmış idiniz.
Ama “nasıl oluyor da Müslümanlar bunun hep kurbanı oluyor karsı hamle yapamıyorlar” daha makul bir soru.
Önce sunu not edelim: Emperyalizmin, Bati’nin kirli savaşlarının tek kurbanı Müslümanlar değil. ABD’deki Kızılderililer, zenciler, Afrikalıların çoğu, Viet-Namlılar, Koreliler Orta, Güney Amerikalılar, Karayibliler, Filipinliler, Hintlilerin çoğunluğu, kısacası geçmişte Bati tarafından katledilenler, sömürgeleştirilenler, “aşağı öteki” ilan edilip dehumanize edilenlerin büyük çoğunluğu Müslüman değiller idi. Yani soru “neden sadece biz” ise cevap “sadece biz değiliz” dır.
Neden biz kaybediyoruz sorusunun birçok seviyede derinlikte cevabi vardır. En basiti “neden ben Mike Tyson ile boks macini kaybedersem ondan” dir: Güç asimetrisi. Ve kuralları güçlünün belirlediği, güçlünün hem yargıç, hem savcı, hem kayıt tutucu, hem narrator hem muhabir hem cellat olsundan. Gavurlar buna “might makes right” (güç caiz kılar) derler.
Ama “BİZİM” hatamız yok mu?
El-cevap: Önce “BİZ” kimiz?
Bekir Coşkun, Abdullah Cevdet, Abdülhamit’e muhtıra verenler, Sedat_Vedat
Sertoglu, Nur Serter , Cevik Bir, Ege Üniversitesi rektörü (rasgele isimler, önem sırası falan gütmedim-liste coook uzundur) bu ülkenin ekmeği suyu ile palazlanıp bu insanların bütün değerlerine karsı savaş açanlar “BİZ” mi oluyor?. Hayır, onların temsil ettiği ,içimizdeki hakim zümre emperyalist Bati’nin besinci koludur. Tunus’tan Türkmenistan’a kadar bütün İslam coğrafyasında benzeri habis urlar mevcuttur. Bu kadar basit.
Soru: Peki “samimi biz”, veya “gerçek biz” in günahı yok mu?
Buna cevap biraz daha karmaşık olacak, İste burada Ulu engin’e katılıyorum bir nebze. Evet “nifak” doğru teşhistir ama yeteri kadar kökenine inmeyen bir teşhistir kanımca. Daha da anahtar kelime” nefis” tir. İslam’daki mezhebi bölünmelerin kökeninde de gene nefisler vardır taa sahabe zamanına kadar uzanan. Saddam’in son günlerinde Kur’an’a yapıştığı gibi nefisleri tarafından yönlendirilen birçok Müslüman da hemen sadece kendi yolunun Hak yolu olduğu iddiasına başvurmuştur. Gerçek din sömürüsü burada barınır iste! Ve maalesef en saygın ulema, lider, muctehid hatta mürşitler dahi rakiplerin alt etmek için Kur’an’i, Hadisleri liberalce kullanmışlardır. Herkesin imdadına yetişen bir ayet hadis ve “self-serving” yorumu bulunur. Bugün Müslümanlar arası tartışmalarda en kolay kazanma yolu budur! Islaman temel mantığı ile çelişmeyen rasyonel argüman yetersiz kaldığında hemen bir ayet, hadis patlattın mi karsındaki susar çoğunlukla. Nedenini hepimiz biliriz, de söylemeyiz. Bu noktada Surus’a katılıyorum. Müslüman karsısındaki Müslüman olsa dahi tezlerini akil ile izah edebilmeli.
İslam dünyasının geri kalmışlığı” Hadi
Ulu engin’in yaptığı gibi tek bir sebebe indirgenemez. Eğer “nifak” Müslümanların tekelinde ise Haiti, Honduras, Nikaragua, Güney Amerika, Asya’nın çoğu , Afrika’nın Müslüman olmayan kısmını nasıl açıklıyor acaba Hadi Bey? Zimbabwe, G. Afrika’dan da mi Müslümanlar sorumlu?
Batı’daki “Rönesans ve reform” ve takip eden sekulerlesmenin rolü yadsınamaz. Söyle ki sekulerlesen Bati,maddeyi, dünyevi tatminleri yücelten Bati, endüstri devrimine zemin hazırlamıştır. “anthing technically possible is ethically justified” (pratikte mümkün olan her şey ahlaken caizdir)
diyen bir kültürün maddeye hükmetmede, hala mülkün Allah’a ait olduğunu,insanların geçici bekçi olduğunu kabul eden, kanaatkarlık, dünya kaynaklarından sadece yasayabileceği kadar alma, tevekkül gibi kavramların hala faziletler olarak kabuk eden Doğu’dan daha ilerde olması herhalde
anlaşılması zor değildir. Bütün dünyasını madde üzerine kuran, bencilliğin “görünmeyen elinin” (A. Smith) iyiye hizmet ettiğini kabullenmiş insanların maddeye hükmetmesi basit bir nedensellik ilişkisidir. Maddeyi ancak “hayırlı ise” isteyen bir inanış sistemi ayni önceliklerle hareket ettirilemez.
Bunu ben Batılılara söyle açıklardım: Siz bizi yarışta gedmediniz. Biz yarışa girmedik ki.
onların kulvarlarına girdiğimizde görüyoruz ki onlardan hiçbir eksiğimiz yok. Ama farklı değerlere, inanışlara, ahlaki ölçütlere sahip insanlar onların önceliklerini benimseyemedikleri gibi onların metotlarını da kullanamazlar gayelerine varmak için. Belki Kanuni Fransızlara kapitülasyonları vermemeli idi; ama bunu söylemek yanlıştır. O bir Osmanlı Hani ve İslam Halifesi idi. O’nun değerlerinde güçlü olduğunda taviz verir idi; Bati’ninkinde ise tam tersi. Belki Sallahaddin-i Eyyubi 90 yıl önce Kudüs’ü kan golüne çeviren Haclıların kokunu kazımalı idi; o zaman tarih farklı yazılabilirdi ama o bir mücahit idi bunu yapamazdı. Beyaz adam Amerika’ya gitti. Kızılderililer onlara mısır tarımını öğretti, ekmeğini onlarla paylaştı. Beyaz adam ise karşılığında onlara ateş suyu verdi önce sonra biyolojik ve konvansiyonel silahlara onları yok etti. Kızılderililerin birçok bakımdan İslam ile benzesen tevekküle, tabiatın sahipliğine değil tabiatla bütünlüğe dayanan yüksek bir felsefesi vardı. Beyaz adam kazandı(!) sonunda, ama Kızılderili nerde yanlış yaptı? Kolay mi bu sorunun cevabi felsefeye girmeden, tarihin sonunun geldiğini iddia etmeden, kazanmayı
tanımlamadan?
Dostlar,
Tarih kitabi kapanmadı. Hemen kendimizi mağlup ilan edip “niye kaybettik” sorusunu sormak için zaman biraz erken. Bizim “geri kalmışlığımız” birkaç yüz senelik bir vakıa. İnsanlık tarihinde bir an kadar kısa. Roma’da “ileri gitmiş” idi. Bir Müslüman “ileri gitme” yi Bush veya Judeo-Haclılar gibi tanımlayamaz. Hulagu da kazanmış idi Bush gibi. Gecen bir Zaman gazetesi makalesinde İbrahim Kalın, söyle bir tarihi anekdotu naklediyor: Kissinger zamanın Cin liderine Fransız ihtilali hakkında ne düşündüğünü soruyor. Cinli “henüz karar vermek için erken” diyor. Durun hele, tarihin sonu gelmedi. İlla kendi hayatınızda zaferi göreceğinize kim söz verdi ki? Türk toplulukları da İslam toplulukları da diğerleri de küllerinden yükselmediler mi tarihte defalarca?Bugün bana kimse Müslümanların dış müdahaleler olmadan kendi haline bırakıldığı, kültürlerine yönetimlerini kendilerini şekillendirdiği bir tek ülke gösterebilir mi?
Biraz daha günümüze gelir ve daha spesifik nedensellik tahlili yaparsak komünizmin çökmesi İslam dünyası için çok kotu oldu diyebiliriz. İki bloğun
güç dengesinden oluşan “detant” İsrail-ABD Inc”in de Rusya’nın da kolayca istediği ülkeyi fethetmesine engel idi. Simdi tek süpergüç mahallenin tek kabadayısı, dünya hakimiyetini pekiştirmek için önünde tek engel gördüğü İslam’ı hedef tahtasına oturtmuş durumda. Sahi bu kadar güçsüz isek Bati dünyası bizden neden bu kadar korkuyor ki?
ABD ve genelde Bati ülkelerinin dış politikalarının nasıl yapıldığını anlamak için onların iç politikalarının nasıl yapıldığını bilmek gerekir. Bunu anlamak için de oradaki fikir fabrikalarının müdürleri kimlerdir, hangi mekanizma ile oraya gelirler, insanlar nasıl yönlendirilir taa ilkokuldan itibaren, neden nüfus olarak ABD’nin %2’sinu olsu turan bir dini-etnik grup medya’nın %60′ini, medya patronlarının nerde ise tamamını oluşturur gibi sorulara nesnel cevaplar aramak gerekir. Yasayan en unlu Oryantalist, neconlarin bas-papazi Bernard Lewis söyle dedi bir C-Span Programında: “Bizim Ortadoğu’ya ilgimizin iki nedeni vardır: İsrail ve Petrol. İsrail yakında bizim yardımımıza ihtiyaç duymayacak kadar güvende olacak, petrol de 50 seneye bitecek. Ondan sonra onları (orta Doğu’luları) kendi kaderleri ile bas basa bırakabiliriz.”
Ben bu verileri çok yerde sundum. Kimse “hayır o veriler yanlıştır” demedi,. Hemen her zaman “antisemit”, Komplo teorisyeni” gibi damgalarla bu söylemlerin sahipleri marjinalize edilmeye çalışıldı.Bu marjinalizasyon metodunun kitabini yazan da bahsi gecen beynelmilel Yahudi’dir. Kimse bunları kendi fikri diye piyasaya sürmesin. Orijinal kaynakları var bende.
Hasıl-i kelam “external faktör” de vardır internal faktör de. Nasreddin Hoca tabii ki penceresine demir çaktırmalı idi, kapısına sağlam kilit vurmalı idi ama lütfen kendisinden 8 bin km uzakta kendisine hiç zararı dokunmak söyle dursun bütün günahlarının onun emirleri, yardim ile isleyen diktatörün ülkesine gelip 2 milyon kişinin katline ve açlıktan ilaçsızlıktan ölümüne sebep olan hırsızın hiç mi kabahati yok” ? Bu hırsızın kim olduğunu sorguladığımda eğer bana “komplo teorisyeni, radikal, antisemit” diyecekseniz sorarım sizler niye değilsiniz?
Su anki duruma bakarak “niye onlar kazanıyor” sorusu bence abes bir sorudur. O’nun elinde 20 bin nükleer bomba var; Pakistan’ın elinde 2-5, Iran bir tane yapmayı düşünüyor iddiası ile İsrail_ABD Inc ve arkasına taktiği yalakalarının hedefinde; ve Türkiye’deki, Arap ülkelerindeki Müslümanlar da “bize zararlı olur, onlar Şii, Türkiye’nin, Mısır’ın çıkarı…” diyor iken “neden biz bolunmuşuz” sorusunu sormaya hakkimiz var mi?
Bir duşunun lütfen. Diyelim ki Yahudiler bizim durumumuzda idiler ve biz onların. Bir Yahudi ülkesi diğer bir Yahudi ülkesinin nükleer güçe sahip olması ihtimali doğduğunda Türkiye ve diğer sözüm ona “Müslüman” ülkelerin tepkisini mi gösterirdi? İste SORUNUZUN CEVABI BURADA YATIYOR. ÖZ-eleştiriye en küçük birim olan kendimizden başlayalım.
Washington’daki “gururumuz” olan Zeyno Baran adında bir kızımız Siyonist Yahudilerin Hudson Enstitüsü’nde ABD-İsrail Inc’i “Islami radikalizm” den korumak için projeler geliştirmekle kalmıyor bos zamanlarında da Kongre’ye gidip onları “islimi tehlike” konusunda uyarıyor. Hafta sonlarında da Türkiye’de darbe planlıyor adsız “yüksek rütbeli askerler” ile. Siz bana İsrail için bunu yapacak kaç tane Yahudi bulabilirsiniz? Fark mi arıyorsunuz BİZ ve Onlar arasında. İste size fark. El alemin Mata Hari’si var bizimkisi karsi taraf için çalışıyor.
Simdi bu kız “Biz” den ise sorabilirsiniz bana niye “biz” geri kaldık diye. Nişantaşı’nda kaç tan Türkçe isimli dükkan biliyorsunuz? Merkez medyanın, ve kutsal devletin pompaladığı kültür,. değerler kime ait? Bunların sorumluluğu “bize” mi ait? Ama BİZ kimiz dostlar? Leyla Şahin’in hesabini bana sorun ama Fadime Şahin kim?
Daha çok konuşabilirim. Ama herhalde mesajım kaybolmadı. Gene de birkaç maddede özetleyeyim:
1. İslam dünyasının “geri kalmışlığı” (materyal
ölçütler ile) hiç de biricik değildir.
Filistin, Irak veya Lübnan’daki Hıristiyan topluluklar, Afrika’daki Hıristiyan ülkelerin durumu fazla farklı değildir Müslümanlardan. Diğer örnekler yukarıda.
2. İslam veya genelde Doğu medeniyetlerinde materyal hırsları frenleyen inanışlar hakimdir. Doğu felsefeleri dünyevi zevkleri, hümanizmi yüceltilmesine genellikle cevaz vermezler. Kimse bana aksi örnek vermesin bugünün Cin, Japonya, Kore’sinden. “there is enough for our need but not for our greed” (ihtiyacımıza yetecek kadar var ama tamahımıza değil) (M. Gandhi) felsefesi Asya’da dun hakim idi, bugün dahi ölmemiştir henüz, ama ABD’de “greed is good” (tamah iyidir)(İven Boesky) MBA programlarında gizli sloganıdır. Bu tabiatı ile bizim onlar ile ayni kulvarda yarışmadığımız, ayni mutluluk, hayatin manası tanımlarını yapamayacağımız ve ayni gayeler ile motive edilmeyeceğimiz sonucunu doğurur.
3. Oryantalizm, sömürgecilik ve günümüzdeki Neo-Judeo-Haçlı akınlarını dışarıda bırakan bir analiz “su mektepler olmasa idi maarifi çok iyi idare ederdim” diyen Maarif vekili Hasan Ali Yücel yaklaşımıdır.
4. Özeleştiri “ÖZ” içerisinde yapılır. geçmişte bu sitede bu “özeleştiri” yapma “erdemini” sergileyen “dostlar”in yazdıklarına, kimler olduklarına ve buna cevap yazacaklara bakarsanız bunun manasını da “niye biz geri kaldık” sorusunun cevabini da daha iyi anlarsınız. Kimi Hıristiyan, kimisi ateist, laikçi, kraldan çok Batici bu taife “biz Islımdan dolayı geri kaldık” derken kastettikleri “siz” dir, kendilerini hariç tuttukları bir “biz” kavramı onlarınki.
Tekrar ediyorum BİZ KIMIZ? Kurtuluş savasını kaybetse idik Nişantaşı’ndaki dükkanların isimleri ne olurdu? Rektörler “Keşke Anadolu Hıristiyan olmasa idi” mi derler idi? Generaller kimi “Anadolu’nun denizinde boğarlar” idi? Yanlış sorular değil mi? Rahatınızı kaçırdı isem özür dilerim.
Bugün Türkiye dahil bütün İslam ülkeleri işgal veya saldırı altındadır. BİZ dediklerimizin çoğu bu işgal ordularının neferleridir.
5. Nifak çok ciddi bir problemdir ve kökeninde nefis ve beslediği kişisel ihtiraslar yatar. Bu da İslam’a özgü bir durum değildir fakat İslam topraklarında yaygın olarak kullanıldığı ve düşmanın en çok bunu somurduğu de acı bir gerçektir. Bu gün Irak’taki “mezhep savası” denilen olayın da Kurt-Arap savaşlarının kökeninde kişisel hırslar ve bunların Batılılarca sömürülmesi yatar. Sadece Orta-Doğu’nun yakın tarihi muhteris kabile reisleri ve onları kullanan Lawrence’larla doludur. Saddam’in kısa biyografisi tavsiye olunur. Bu konudaki yazım pek yakında burada!
6. Bilimde bir faktörün sonucu nasıl etkilediğini araştırmak için diğer faktörler sabit tutulur sadece o faktör değişken olur. Eğer “islami toplumlar neden geri kaldı” ya da “Islami toplumların geri kalmasdinda inanışın rolü” gibi tek bir parametreyi değerlendirmek istiyorsanız öncelikle bu toplumların kendi kaderlerini belirleyebileceği bir dünya düzeni sağlamalısınız. O zamana kadar “İslam’dan oluyor reform yapmadık, Islami folklorleştiremdik de ondan” turu söylemler sübjektif bos laflarıdır.
Son olarak Somali’de Islama Mahkemeler Birliği adında Lübnan’daki Hizbullah’a benzer bir Islami birlik ülkenin çoğunu kontrol etmeye başlamış idi. Bununla beraber kanunsuzluk büyük ölçüde azalmış, refah seviyesi yükselmekte idi İsrail-ABD Inc. hemen duruma el koydu ve Etiyopya’daki piyonlar vasıtası ile ülkeye işgal orduları sevk etti!
Bir taraftan bu birbirini kiran kardeşlerimize “durun ne yapıyorsunuz; kime alet
olduğunuzu görmüyor musunuz” derken diğer taraftan da modern Hulagulara karşı direnen herkese elimizden gelen yardımı yapmalıyız. Yoksa tarih bizleri affetmez. Allah’ın isine karışmaktan korkarım.
Bu yazdıklarımdan kimse “Müslümanlara toz kondurmuyor; onların yaptığı her şeyi savunuyor” yorumunu çıkarmayacağına güveniyorum. Bati’nin medeniyete katkıları konusundaki bakışım Muhammed Hatemi’ninkine yakındır. Bu yazı bir “bütün kabahat bizde” argumanna cevap mahiyetinde olduğu için “onların artıları” yeteri kadar vurgulanmamıştır.
Not: Ulu engin’in “İslam Savaşları” dediği sadece “mezhep savası” ilan ettiği savaşların neden hiçbirinin öyle olmadığını açıklamayı dahi lüzumsuz gördüm. O iddiaları paylaştığını söyleyen olursa hepsini de cevaplarım.
Bayram bittiğine göre yumuşak eldiveni çıkarmak uygundur diye duşundum 🙂
Bahsediln yazarı da yazı dizini de bilmiyordum bugün ziyadesiyle öğrendim(akyol ve düsüncelerdeki yazılar).bu öğrenmede bilhassa sizin yorumunuzun etkisi büyük, bir meydan okumanın en güzel timsali kapsayıcı yorumlarınız ile kendini gösteriyor.Yalnız şu var ki çok soru belirdi zihnimde.Çok sorunun aksine tek bildiğim çok az şey biliyor oluşum…
hürmetler
BeğenBeğen
Tesekkurler Aysenur Hanim. Benim dusunebilip te zihnind sorular belirmeyenlere sasarim bu kadar derin, netameli, kadim mevzularda. Eger benim sorular benim soylediklerimden kaynaklaniyorsa aciklamaya calisirim. Hicbirumiz fazla birsey bilmiyoruz ki; sonucta herkesin yaptigi ahkam kesme; bilim yapmiyoryuz burada sonucta. Bitmeyen bir arayis yapabilecegimiz.
Selam,saygi ve muhabbetle
BeğenBeğen
Konu bloglara bomba gibi düştü desek yeridir. Sizin ve Suat Beyin konu ile ilgili yorumlarını çok açıklayıcı buldum.
Bekir Bey bu arada sitenizin yeniş görünümü çok hoş olmuş, hayırlı olsun.
Muhabbetle…
BeğenBeğen
Bekir bey,
Tasarım güzel olmuş ama kalem sanki gözümüze girecek gibi 🙂
Geçmiş bayramınızı kutlar mutlu bir yıl dilerim.
FST
BeğenBeğen
Bekir Bey,
mütevazılığınızı anlıyorum ama hak vermiyorum…. : )
BeğenBeğen
Tesekkurler Fethi Bey, Aysenur Hanim, bilmukabe.
Naapalim Fethi Bey, herhalde millet yorum yazmak icin kalem bulamiyor dedik kalem koyduk. Size de yaranmak zor be birader 🙂
BeğenBeğen
Tesekkurler Talha Bey kardesim. Simdiye kadar stile pek onem vermemis idim; ama artik daha dikkate almak gerektigine kani oldum. Ben dahi bloglarda dolastigimda kolay okunuluk, estetik gibi ozelliklerden suurlu veya suursuz olrak etkileniyorum eminim. Konu “boma gibi dusmus” ama buralara ancak gurukltusu ulasti gibi 🙂
BeğenBeğen
“Bir meczubun rüyası ve Melami savaşları”
Afet Ilgaz
afetilgaz@milligazete.com.tr
22.12.2006
Bu iki ciltlik kitabın ilk cildinin elime geçmesi mümkün olmamıştı. Kargoda bir problem yaşanmıştı. İkinci cildinin yayınlanmasıyla, kitapların ikisi birden geldi. Ben de geciktirmeden okudum. Çok ilginç kitaplar, çok öğretici aynı zamanda okunması çok hoş, çok zevkli kitaplar.
Önce genel bir bilgi vereyim. Tasavvufi bir roman da sayılabilecek ama hani, derler ya; bu gördüğünüz filmin kahramanlarının gerçek kişilerle alakası yoktur” diye, işte bu kitapta kahramanların galiba gerçekte olup bitenlerle alâkası var. Şimdi yayınevinin verdiği bilgiden bir alıntı:
“Romanda yeni dünya düzeninin sahipleriyle müthiş bir hesaplaşmanın içinden yeryüzüne dönen Hızır Aleyhisselam, İlhami Abi adı altında iyileri kötülere karşı örgütlemeye çalışıyor. İyilerin örgütlediği şeytani ittifaka ve Haçlı koalisyonuna karşı savaştığı birliğin adı ise Melami Birliği! Hızır önderliğinde Rical-i Gayp Erenleri Yüce Yaratıcının planları çerçevesinde harekete geçiyor ve dünyayı büyük bir felaketten kurtarmaya çalışıyorlar. Yazar bu romanında yepyeni ve iddialı bir tez ileri sürüyor: “Dünya artık aynı dünya olmayacak.”
“Kitapta fırtına gibi esecek ve bütün ezberleri bozacak başlıklar şunlar: İstanbul metro tünellerinde oynanan esrarengiz oyun neydi? Yerebatan Sarnıcında tüyler ürperten esrarengiz toplantı nezaman yapıldı? Hz. Hızır’ın 2000 yılında öldürdüğü çocuk kimdi ve niçin öldürüldü? Çocuk, Şeytani İttifak’ının ve Haçlı koalisyonunun gelecekteki liderlerinden biri olduğu için mi? Deccal ne zaman ortaya çıkacak? Yeni Dünya düzencilerinin beklenen kralı Deccal mı olacak? Rical-i Gayb Erenleri ve Melami Birliği neyi ifade ediyor? Çocukların ruhunu çalan esrarengiz çete nerede ortaya çıktı? Kehf suresi İstanbul için neyi ifade ediyor?”
Gelin de okumayın, merak etmeyin bu kitabı!
*
Birinci ciltte, “Meczubun Rüya”sında ağırlık verilen şey, tasavvuf hakkındaki şaşırtıcı ve doğru bilgilerdi. Zaten bu bilgiler de doğru kaynaklardan alınıyordu. Mesela tefekkür, aşk, Hakikat, şükür, hamd, teşekkür… Teşekkür dedim de aklıma geldi. Şükr ile teşekkür bazen, Müslümanlar tarafından ayni anlamda kullanılmaya başlandı. “Teşekkür Allahım,” gibi. Bu sesleniş bana Evangelistlerin dizisi “Küçük Evi” hatırlatıyor. Pek derin bilgim yok ama Allah’a şükr edilir. “Teşekkür” de dünyevi bir anlam var.
*
Beni, bu arada bu öğrendiğim bilgiler kadar etkileyen başka bir şey vardı. İkinci ciltteki romanın kişilerinden Nuri’nin söylediği şeyleri okudukça sanki kendim yazmış gibi hissettim. Muhteva olarak, kendi yazılarımı okuyor gibiydim. Mesela İstanbul’un kültür başkenti yapılması projesinin ilk gününden başlayarak, bu projenin nasıl bir aldatmaca olduğunu anlatmak için adeta çırpınmaya başlamıştım. Kimbilir kaç yazı yazdım veya kaç yazıda bu işe temas ettim!
Mesela Çanakkale anmalarında çevrilen dolapları kimbilir kaç yazıda yazmıştım. Sayısızdır adeta. İşte ikinci ciltten birkaç alıntı:
“Çağımızın en büyük destanı Çanakkale savaşını sıradanmış, önemsizmiş gibi gösterip, “milli kahramanlık şuurumuzu” belleklerden silmek…”
Ordu, devlet, millet hakkındaki görüşler: “…Onun için bu milletin devletini, ay yıldızını yıpratmak için her yolu denemektedirler. Emellerine ulaşabilmek için dünya tarihinin her sayfasına damgasını vurmuş Türk ordusunu geçmeleri gerekmektedir. Çünkü, milleti, devleti geçtikten sonra, devleti de, Türk ordusunu geçtikten sonra alt edeceklerini bilirler. Ama bu sıralama hep ters gitmiştir.”
*
“Sözde, Anzakların torunları adı altında, Avrupa’dan, Avustralya’dan buralara gelip Çanakkale’den bir çok yer satın aldı. Bu ailelerin finansını sağladı. Sözde ölen dedelerinin ruhları olarak dedelerinin ruhları bu aileleri seçmişti. Bu aileler böyle beyinleri yıkanarak Çanakkale’ye gönderildi. Silahla alamadıkları Çanakkale’yi bazı kiliselerin öncülüğünde parayla satın alma projesi! “İlhami Abi”nin ağzından: O savaş, Çanakkale savaşı, ahir zamanın en büyük İslâm müdafaasıdır. O savaşta bizzat Efendimiz (s.a.v.) bulunmuştu.
*
“Belli seçilmiş kişilerle Avrupa kültürü İstanbul’a geliyordu. Kültür alış verişi masallarıyla!”“2010’dan sonra “Medeniyetler Uzlaşması” adı altında Türkiye’den resmen Ayasofya’nın minarelerinin yıkılmasını isteyecekler.” “İlk plan, İstanbul’un siluetini yok etmektir. Bu silueti gölgeliyecek, önüne, göstermeyen başka yapılar eklenecek. “Bu modern yapılanma, sosyal, ekonomik söylemlerin üzerine oturtularak planlanacak.”
*
Daha yazılacak çok şey var. Yenim dar değil de, yerim dar. Hilalilerle Haçlıların bu ilginç savaşını (Melamilik adı bu gizliliğe işaret ediyor, tarikat anlamı yok) anlatan romanın yayınevi, Kırkandil yayınları. Yazarı da Oktan Keleş.
BeğenBeğen
Kimlik bunalımı yaşayan arkadaşımızın şu değerlendirmesi, sanıyoruz ki söz konusu bunalımı hala yaşıyor olması nedeniyle, ve rasyonalizm sevdasıyla yaşıyor olmasıyla azıcık da olsa alakalıdır:
Herhalde birkaç örümcek kafalının “dünya öküzün basında duruyor” demesi türünden üzerinde tartışılmadan çöpe atılacak düşünceler değil bu kavramlar.
Öncelikle dünya öküzün başında durmuyor, ‘öküzün boynuzları üzerinde’ dönüyor (Hz. Muhammed hadisinden)
Neden?
6.yy arap yarımadasında, uçsuz bucaksız çöllerde, çöle nispetle çok küçük olan verimli toprakların bulunduğu, ve insanın hayati ihtiyaçlarını bu küçücük topraktan sağladığı düşünülürse, ve çöl sıcaklarında bu küçük tarlaları sürecek ‘öküz’ünüz şayet yoksa ‘sizin dünyanız durmuş’ demektir. O çöl ikliminde şayet bir çift öküzünüz varsa, o yıl yiyecekleriniz temin edilmiştir ve şayet yoksa dünyanız ne yazık ki dönmeyecek demektir.. Başka bir bağlamda, tabi ki çağımızda evet dünya kesinlikle öküzlerin boynuzları üzerinde dönmektedir. Ama hangi ‘öküz’ lerin?
Islaman temel mantığı ile çelişmeyen rasyonel argüman yetersiz kaldığında hemen bir ayet, hadis patlattın mi karsındaki susar çoğunlukla. Nedenini hepimiz biliriz, de söylemeyiz. Bu noktada Surus’a katılıyorum. Müslüman karsısındaki Müslüman olsa dahi tezlerini akil ile izah edebilmeli.
‘İslamın temel mantığı’ (???) ile çelişmeyen rasyonel argüman (??) yetersiz kaldığında..
Acaba şu ‘İslamın temel mantığı’ olarak adlandırılan şey nasıl bir şeydir? Rasyonel argüman olarak adlandırılan şey nasıl bir şeydir? Ve bu iki sözümona ‘bakış açısı’ birbirine nispet edildiği durumda şayet çelişmiyorlarsa neden ‘hadis patlatılır’? Bu soruların muhatabının niyetinin ‘samimi’ olduğu konusunda açıkçası hiçbir şüphem yok. Salt bu nedenden dolayı bu yazıları yazıp-yazmamayı çok düşündüm. Fakat herhangi bir cevap yazmamak da elde değil:
Müslüman karşısında müslüman olsa ‘dahi’ tezlerini akıl ile izah edebilmeli. İyi de bu ‘dahi’ neden gerekli görülüyor. Bu şu demektir: Müslümanlar kendi aralarında herhangi bir tartışma yaparlarken, tezlerini savunurken ‘hadis patlatmamalı’ bunun yerine karşısındaki müslüman olsa ‘dahi’ rasyonel bir bakış açısıyla yanıt vermelidir. Bu rasyonel bakış açısının ‘dogma’ ya ya da daha makul bir terimle ‘ilke’ ye oranla bir ‘üstünlüğünün’ olduğunu kabul etmektir. Bu ise ‘ilke’yi kavrayamamış olmaktan kaynaklanmaktadır; başka bir ifadeyle söylersek, modern eğitim almış olan ve ucundan felsefeye bulaşmış olan insanlar, haliyle Descartes (rasyonalizmin babası) sonrası Batı felsefesinin temel argümanlarına ‘dogmatik’ yada ‘kutsal’ bir karakter atfedeceklerdir. Kısaca felsefenin dinleştirilmesi de diyebiliriz, öyle bir ‘dinleştirme’ ki karşınızdaki filozof olsa ‘dahi’ ona ‘ratio’ ile açıklama yapmak durumundasınız. Burada ‘ratio’ tam anlamıyla bir ‘faith’ dir. Halbuki insanın dünyayı kavrama aracı hiç de biricik değildir ve ratio sadece sıradan bilim adamlarının kullandığı, zaman-mekan şartlarında zuhur etmiş olan maddi varoluş derecelerini kavramayı olanaklı kılan anlama aracıdır. Ve ‘popülaritesini’ modası geçmiş bilimsel metaryalizme borçludur. Ratio’nun tek ve mutlak bir değer olarak öne sürülmesine karşı, rönesans ve reformun yıkıcı etkilerini biraz geriden yaşayan biz müslümanlar hiçbir itirazda bulunmuyoruz ve aksine ‘ratio’yu temel alan açıklama tarzlarını karşımızdaki ‘müslüman olsa dahi’ kullanıyoruz ve bununla da kalmıyor, bu açıklama tarzını benimsemeyenlere sözümona ‘örümcek kafalı’ damgasını yapıştırıyoruz. Halbuki örümcek ‘ilke’yi en net ifade eden semboldür.. Bir merkezden daireler çizerek birbirinden farklı seviyelerde varlık tarzı yaratma eylemi… Modern insan nere, ‘örümcek kafalılık’ nere?
BeğenBeğen
Numan Bey,
“kimlik bunalimi yasayan arkadasiniz” herhalde ben oluyorum her ne kadar one surdugunuz argumanlarin bircoklari bana degil bir rasyoneliste donuk olsa da. Her halukarda bu tasvifinizde de tam yaniliyor sayilmazssiniz. Dogrudur “kimlik bunalimi” yasarim zaman zaman. Hatta birden cok kimligim oldugunu dusunurum. Rasyonel ile mutlak dogrunun bulunamayacign dusundugum icin akil yuruterek vardigim sonuclarda her zaman yanilma payi ve izafiyetin fakindayimdir. Aklin cercvesi icerisindeki hakikat arayisinda varilan dogrular en iyi dogrulardir bnce; mutlak degil.
Hayatta fikir teatisine girdigim veya girmeye clistigim insanlar arasinda kendilerinden en emin olanlarin en cahil olanlar oldugunu gozlemisimdir. Gavurlarin bir sozu var bunun icin “o kadar az biliyorum ki ama o kadar eminimki”.
Saniyorum siz “literati” siniz. Epeyce kitap okmussnuz. Kelimelere tek kontekst icerisindeki standart manayi verip benim de sizin kafanizdaki manada kullandigimi farzetmenizi ona yoruyorum. (biri bir tartismada benim genel manada kullandigim liberal kelimesin Hayek’in liberalizmi cercevesine SIKISTRIP yanlis oldugumu soyledigi geldi aklima) Benim kullandigim baglmda ha dunya “okuzun basinda” durmus ha “boynuzlarinda” ne fark eder. O baglamda ben “bu argumanlar oyle uzernde hic dusunulmeden cope atilacak batil inanclar, hurafeler kategorisine konulamaz” diyorum. Siz tutmus bana “okuzun boynuzu” nun kokenini anlatiyorsunuz, “dam ustunde saksagan..” hesabi. Aman bu sozun aslini ve kokenini de anlatmayin.
Bir Muslumana “dahi” rasyonel (akil, mantik) kullanarak anlatma argumanini da kelimeleri kili kirk yarma yontemi le tahlil edip mana butunlugunden cikamayi tercih etmissiniz; herhalde hakkimda on yargilariniza destek gerekiyordu; ve buna fazla malzeme sunmadim.
Eger benim gerek bu blogda gerek diger yerlerde giristigim tartismalarda basvurdugum usulu bilse idiniz bu yanlis yoruma vamaz idiniz. Bunu bazen soyle aciklarim: Ben Muslumanim elhamdulillah. Fakat ozellikle internetin anonim ortaminda diger insanlarin inanislarini bilmiyor farzederek tartismaya girerim. Nasilki bi mahkemede ancak o ulknin kanunari baz alinabilir; ben de fikir tartismalarinda ancak taraflarin ortak olarak kabul ettikleri degerler sistemi ve akli baz alirim. Karsinizdakinin ismininin Muhammed olmasin dahi onun muslman oldugu ve itikadinn benimkinn aynisi oldugu faraziyesi ile tartismaya baslamam. Ancak ve ancak kendisi bunlari orataya koymusise ona kendi ileri surdugu inanis bazinda arguman yaparim; ki bu dahi enderdir. Uslulum budur. Karsimdakine “Dinimiz gore” diye arguman yaptigimda o pek ala “ben senin dinine inanmiyorum; veya “senin yorumun, senin kabul ettigin yorumu kabul etmiyorum diyebilir.O zaman mecburen akil ve butun insanligin uzerinde anlastigi bilinen evrensel degerl;erin minimmu ile ise baslamaniz gerekir. Benim yaklasimm budur. Bircok muctehidin, ulemanin ayet ve hadis kullanarak birbirlerine “murted” demeye varan agir elestriler yonelttigi vakiadir. Bu vakia Surus’un argumanini guclendiriyor.
Burada bir mursidin muridleri arasndaki diyalogdan bahsetmiyoruz. Anonim , haklarinda hicbirsey bilmedigniz insanlarla tartismadan bahsediyoruz. Karsnizdakinin musluman oldugunu bilmeniz musterekleri arttirir fakat Islam’da da mezhepler, mezhepler icinde farkli dusunce okullari, ictihatlar vardir. “Benim bildigim en dogrusudur” mu diyeceklsiniz? Temel inanislar v akil dan baska vasitaniz kalmiyor bu durumda. Burdan siz inanisin yerine rasyoneli omayimi anliyorsdunuz?
Orumcek’in ne oldugu da gene mana butunlugunden cikarilms “dam usuinde saksagan” ornegi “okuzun boynuzu” gibi. Sembolunuzu, uygun kelimeniz okudugunuz kitaplardan siz secin. Orumcek hosunuza gitmedi ise yerine “bagnaz, muhakemeye kapali” manasinda baska bir kelim ikame din; ne fark eder? Kelimeye hakimiyet iddiam da yoktur. Kelime vasitadir; manayi yakalayabildinizmi? Onemli olan budur.
“bilimsel rasyonelizm” konusndaki dusunceleriniz ilginc. Saniyorum onlarin muhatabi benim cevabimin da muhatabi olan “Islam Bati’nin rasyonelizmin almadigi icin geri kaldi” diyen adi Ulengingillerdir. Fakir degil. Artik rasyonalizmin, pozitivizmin hayati aciklamak, manalandirmak icin yeterli vasita olmadigi “en hakiki mursit” in bilim olmadigi, ancak bir vasita oldugunu Bati bu soz solenmeden once kabul etmis idi.
Hasil-i kelam Sn. Rakipoglu, rakibinizin ben oldugumdan eminmisiniz?
Yorumunuz icin tesekkurler.
Not.: Kullandigim kelimler kitaplardaki kalip ifadeler degildir. Or.: Rasyonel dedigimde rasyonelist olmam. Cevap verme geregi hissederseniz kelimelere verdigim manalari yazdiklarimdan cikarin.
BeğenBeğen
http://www.netpano.com/haber/1377/HİTLER’İN/MUMYASI
BeğenBeğen
Kaynak:NETPANO.COM ÖZEL
netapno.com – – 14 Şubat 2007 Çarşamba – 00:00:00
Netpano okurları Oktan Keleş’i şimdiye kadar ilginç yazıları ile tanıdı. Yazarımız birçok bilgiyi bu sayfalardan sizlere sundu. Bu bilgiler birçok kesim tarafından eleştirildi, tartışıldı. Şimdi yeni bir araştırma ile karşınızdayız. Bu bölüm yakında çıkacak ‘Melami Savaşları ‘adlı kitabının üçüncü bölümünden.Yorum sizin.
İşte ilginç ve bir o kadar’da sıradışı
İlhami Ağabeyle sohbete devam ediyorduk.Öğrendiğim her bilgi sarsıcıydı ve hatta birilerinin bize tarih hakkında da yalan söylemiş olduğu ortaya çıkıyordu. Ve ben daha birçok konunun tarihte içinde anlatılanlardan çok farklı olduğunu biliyordum. Ama doğruları neydi? Önemli olan, doğruları öğrenmekti.Hazır, kaynak yanımdayken daha önce öğrendiklerimin doğruluğu günümüzde yaşadığımız realitelerle ne denli gerçek olduğu anlaşılıyordu.
Hele Ne? Neden? Niçin?sorularını soran akıllı beyinler için herşeyi her araştırma yerine oturuyordu.
Adeta İlhami Abi koordinatları veriyordu ve bu koordinatlar gerçeğe, gerçek bilgiye insanı taşıyordu. En azından benim için bu böyleydi. Bugün dünyamızda egemen güçlerin çevirdiği dolaplar ve onların niyetleri bu deşifreler sayesine gün gibi ortadaydı.Tabii ki yalanları da…
İlhami Ağabey yüzüme baktı ve şöyle devam etti:
-Tarihi yazanlar da egemen güçlerdir. Bir yaşanan tarih vardır bir de yazılan. Şimdi yazılan tarihi bizzat yaşayanlar okusalardı buna tahammül edemezlerdi. Egemen güçler çağın koşullarına gereken plan, program ve şöyle devam etti: Tarihi yazanlar da egemen güçlerdir. Bir yaşanan tarih vardır bir de yazılan. Şimdi yazılan tarihi bizzat yaşayanlar okusalardı tahammül edemezlerdi. Egemen güçler çağın koşullarına göre kendi plan, program ve stratejilerine göre devamlı tarihi değiştirmeye çalışırlar, yani geçmiş tarihi. Koşullarına göre devamlı geçmiş tarih üzerinde oynarlar. Örneğin düşmanlarının kahramanlıklarını, destanlaşmış kahramanlarını küçültürler ve hatta ellerinden gelse yok sayarlar. Bu tarihi hadiseleri saptırmak tarih boyunca böyle olmuştur. Kendi konumlarına göre de olmayan kahramanlar, hadiseler çıkarırlar ve tarihî vaka olarak anlatırlar. Yani uydurma stratejik bir tarih olarak. Zaman zaman bu foyaları bazı belgelerle meydana çıkar ve bu sefer aynı tarih yazıcıları, bu defa günah çıkarırcasına yeniden tarih yazarlar. Şimdi buraya dikkat et, aslında bu da taktiktir. Çıkan doğru belgeler ve deşifre olmuş hadiseler realiteyle, yani günümüzün olaylarıyla örtüşünce söyleyecekleri bir yalanları kalmaz. O zaman baş vurdukları taktik eski yalan tarihlerine eleştiri getirerek aslında şu olay böyleymiş bu olay böyle mi gibilerinden insanlığa kendilerini dürüst ve güvenilir göstermektir.
Aslında yine yalancılar, yalan tarih yazıcıları iş başındadır. İnsanlar bu sefer şöyle düşünür: “Bak bu yeni tarihçiler gerçeği meydana çıkardılar. Bunların söyledikleri doğrudur.” Ama şunu düşünmezler aslında: Foyaları inkar edilmeyecek kadar ortaya çıkmıştır. Onlar meydana çıkarmamıştır. Bu sefer insanların güvenilirliğini kazandıklarında yeniden tarih yazarlar.
Plan programlarına göre… Ve insanlık bir seferlik meydana çıkacak foyalarına kadar oyalanır, uyutulur ve amaçları uğrunda kullanılırlar. Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Yakınlarına tam bir güvelenirlik kazandırmak için kutsal metinleri bile kitaplarına bile alet ederler. Çünkü bu kitaplar, metinler çeşitli dinlerdeki insanlık için iman kaynağı Yaratıcının, Tanrının sözleridir. Çünkü Tanrı yanılmaz. Öyleyse söylenenler doğrudur diye insanlık çoğu kez hiç düşünmeden kabul ederler ve uğrunda ölürler. Buna misal vermeye gerek yok herhalde, İncil ve Tevrat yeterlidir. İçi yalan yanlış haberlerle doludur dedi ve sustu. Hemen aklıma günümüzde yaşadığımız hadiseler geldi. Yakın tarihte bile oynamalar yapılıyor, gerçekler saklanıyor ve günün güçlerinin istediği gibi anlatılıyordu her şey. Birileri bunları meydana çıkarsa öldürülüyorlardı. Kendi dinlerine, ideolojilerine, niyetlerine göre tarih saptırılıyordu.
Eski krallar bile kazandıkları savaşları temsil eden heykelleri lahitlerine figür olarak yaptırıyorlardı. Düşmanlarını nasıl yendiklerini resmediyorlardı. Şiirler, destanlar söyletiyorlardı…Bugünkü krallar, yani egemen güçler de aynısını insanları kullanmak için saptırılmış tarihle gerçekleştiriyorlar. İlhami ağabeyin söylediklerini Ne? Neden? Niçin? Sorularını insan sorduğunda neler neler çıkıyordu? Bazıları da resmi tarih olarak insanlara sunuluyordu.
Aklıma yine ister istemez, İstanbul ve fetih geldi. Son zamanlarda neredeyse sanki Fatih İstanbul’u fethetmemiş de Bizanslılar onu davet etmiş, kapıları açmış, Osmanlı sarığı görmeyi yeğlemiş v.s… Şimdi daha da iyi anladım.
İlhami ağabeyi bu kısa suskunluktan sonra devam etti :
Bugün de dünyada egemen güçlerin tarih üfleyicileri var Pentagon ve İsrail’de. Bunlar durmadan yakın ve uzun geçmiş tarih üzerinde yalan stratejiler geliştiriyorlar. Örneğin bir geçmiş tarih yalanlarına bir örnek, arkeolojik bir tablet buluyor ve hemen geçmişte bilinen bir tarihi vakıayı bugünkü emelleri doğrultusunda değiştirip işte aslında bu şöyleymiş gibilerinden insanlığa sunuyorlar. Yakın tarihe örnek bile vermek gereksiz ama sana yüzlerce yalan tarihlerlerinden bir örnek vereyim: Hitler tarihi masalı, Naziler hadisesi. Hitler ve Nazilik üzerine binlerce tarihi kitaplar yazılmış, soykırım tarihi meydana getirilmiştir.
Şimdi şunu iyi bil: Bu masalı Şeytanîler çıkardı. Yine MEDUSA toplantılarında alınan karardı, tıpkı 11 Eylül kararları gibi…
(Bu konu ile ilgili olarak netpano.com şu linki tıklayarak bilgi alabilirsiniz. http://www.netpano.com/haber/831/11/Eyl%C3%BCl/Kararlar%C4%B1/%C4%B0stanbulda/Al%C4%B1nd%C4%B1
Sümerlerin, Bâbillilerin yalanı gibi…Birden yine şok olmuştum. İlhami ağabey devam etti: Her şey planlanmıştı. Adım adım dünya sahnesine kondu: NAZİZM. Baş kahramanı HİTLER.
Konu YAHUDİ DÜŞMANLIĞI. Filmin adı SOYKIRIM. Amacı İSRAİL’i kurmak. Tabi insanlık amacını bilmeden senaryonun konusu ve filmin adı ile ilgilendi ve meşgul edildi. Masalı yani yalan tarihi herkes bilir: Milyonlarca Yahudi yakılır, kaçar v.s…. Sonuçta Ruslar Berlin’e girer ve Hitler’in emriyle S.S. subayları, Hitler yakınlarıyla intihar ettikten sonra üzerine benzin dökülerek yakılır ve böylelikle Hitler’in cesedi dahi düşman eline geçmez, külleri bile kalmaz. Şimdi detaya girmeyeceğim. İşin aslı şu: Hitler’i Nazilerin içindeki görevli Yahudiler tarafından organize bir şekilde daha önce planlandığı gibi kaçırttılar. Hesapları Ruslar Berlin’e girdiğinde canlı kaçırmaktı ama aksama oldu. Ancak cesedini kaçırdılar, sözde de intihardan sonra üzerine benzin dökülüp yakıldığı masalını uydurdular. Asıl bilmen gereken şudur: Hitler’i kaçırdıkları zaman daha önce planlandığı gibi ayarlanan bir yerde cesedin iç organlarını çıkardılar ve geçici ilaçlamayla kokmasını ve çürümesini geçici bir şekilde önlediler. Şok olmuştum. Heyecanla gerisini bekliyordum.
İlhami ağabey devam etti: Daha sonra planlandığı gibi hareket edilerek çeşitli vasıtalarla önce Bulgaristan’a sonra da Türkiye’ye, Edirne’den İstanbul’a getirdiler. İstanbul’da daha önce ayarlanmış bir evde Yahudiler tarafından geçici ilaçla bozulmaya başlayan ceset mumyalandı.
Bir süre sonra aynı grup Balkanlardan kaçan 10.000 kişilik ilk kafile Edirne-İstanbul civarlarında ikamet eden Yahudi kafilesiyle Filistin’e gitmek üzere yola koyuldu. Hitler’in mumyası bugünkü İsrail’de bir yerde çok gizli sakladıkları başka sırlarla beraber saklanmakta.
Bunu neden yaptılar gibi bir soru aklına gelebilir. (Gerçekten de böyle bir soru aklıma gelmişti.) İlhami ağabey devam etti: Amerika’nın asıl kuruluş amacı Büyük İsrail’i ilan etmekti. Şeytanîlerin bir planıydı. Amerika’yı farmasonlar kurmuştur. Özgürlük bildirgelerindeki imzaların sahiplerinin tümü Yahudi farmasonlardır. Bunları saymaya gerek yok. Benjamin Franklin, George Washington gibi. Başkentlerinin ismi Washington’dur. Bunlar zaten bilinen şeyler. Biz devam edelim. Zamanla Yeni Dünya Düzencileri A.B.D.’i kullanmaya ve süper güç yapmaya başladılar. Dediğim gibi kuruluş amacı dünyada Büyük İsrail’in ilanıydı. Fakat zamanla bu ülkeye haçlılar da el attı. Yahudiler ve haçlılar dünyaya bu ülkeyi kullanarak egemenlik kurmak için mücadeleye girince Büyük İsrail’in ilanı bir başka bahara kaldı. Bundan sonra Şeytanîler dünyada karışıklıklar ve değişik hadiseler meydana getirdiler. Her olayda İsrail’in kuruluşunun fırsatını kolladılar. Bekledikleri bahar insanlığın büyük ayıplarından biri olan İkinci Dünya Savaşı oldu. Yıllarca planlar yapılmıştı ve şimdi beklenen fırsat doğmuştu. Ve plan sahneye kondu. Neden bu sefer olmasındı ki? Ve sahneye Hitler kondu. (tıpkı A.B.D. ve emperyal güçlerin bugün sahneye SADDAM’ı koyduğu gibi.) Kullandılar ve yönlendirdiler. Plan iyi gidiyordu.
Yahudi düşmanı, kan emici ırkçı bir vampir olarak dünyaya empoze ettiler. Sahneye nasıl bir oyun konduğunu, 2000’li yılları yaşayanlar, yaşadıklarını, dünyada yaşanan hadiseleri şöyle bir düşünseler çok iyi anlarlar. TV ler, gazeteler, yayınlar v.s…Her neyse. Tüm dünya Hitler’i Yahudileri yakan, işkenceyle öldüren bir canavar olarak tanıdı. Tabi bunun alt yapısı önceden hazırlanmıştı. Avrupa’da Yahudi karşıtlığı (Tıpkı şimdi dünyada olan Müslüman karşıtlığı ve düşmanlığı gibi.). Bunların hiçbiri gelişigüzel, birdenbire çıkan hadiseler değildir.
Bu fırsatı iyi değerlendiren ŞEYTANÎLER, Hitler’e bu rolü biçtiler ve oyun sahnelendi. Binlerce Yahudi Avrupa’dan, özelliklede Almanya’dan göçe zorlandı ve sürüldüler.
Bunların çoğu Türkiye-İstanbul üzerinden Filistin’e gitti. Sonuç malum. A.B.D.’i Büyük İsrail’i ilan etmek için kuranlar bunu o zaman başaramadılar ama “HİTLER’E İSRAİL ‘İ KURDURDULAR.” Büyük İsrail projeleri hâlâ devam etmekte; tabi yine A.B.D. korumasında. Hitler’in mumyasına gelelim. Neden böyle bir şey yapıp, Hitler’i mumyalayıp ve ardından kaçırıp şu an İsrail’de saklıyorlar? Bir gün Büyük İsrail’i ilan ettiklerinde, bu mumyayı kuracakları Büyük Süleyman Mabedi Müzesin’de, “İsrail’i kurduran adam” olarak sergilemek için. (Tabi hiçbir zaman Büyük İsrail’i kuramayacaklar inşallah.) Bir önemli şey daha söyleyeyim: Şeytanîlerin yeni bir planı. Planın adı “ÖRÜMCEK AĞI”. Planın kısaca içeriği şu: Sınırları çizilmiş bir Büyük İsrail’den önce, tüm dünya ülkelerinin mekanizmalarını bir örümcek ağı gibi sarıp ele geçirerek, dünyayı farkında olmadan Büyük İsrail haline getirmek…dedi ve sustu. Aklıma tüm dünyadaki Yahudi lobileri, masonik teşkilatlar ve kulüpler geldi. Tüm dünya ülkelerindeki siyaset, sanat ve ileri gelen medya çevrelerindeki aktif ve güçlü etkilerini düşündüm. İlhami ağabeye şu soruyu sordum:
Hitler Yahudi mi ?
Gözlerimin içine derin bir mana ile bakıp tebessüm etti ve şunları söyledi:
Tüm bu anlattıklarımı Saddam’ı astıkları zaman açıkla. İnsanların ne olduğunun önemi yok, neye hizmet ettiklerine bak dedi ve tekrar sustu. Aklıma Saddam’ın geçmişi, sebep olduğu hadiseler ve bunların sonuçları geldi ve bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Dünya onu nükleer ve kimyasal güçlere sahip, insanlık düşmanı bir diktatör olarak tanımıştı. Hayret edilecek bir olaydı Saddam’ın da Hitler gibi bir Yahudi düşmanı olarak anılması. İsrail’i yok etmeye çalışan bir düşman.Politikalar bunun üzerine kurulmuştu. Hatta İkiz Kulelerin yıkılması ile irtibatlandırıldı. Tabi bugünün teknolojisiyle ne gösterildiyse insanlara öyle algılatıldı. Saddam hiç şüphesiz zalimdi, diktatördü. Ama onun bu özellikleri birilerinin işine geldi ve o da aynen Hitler gibi kullanıldı. Kürtlere zulmediyor denilerek, tıpkı İsrail devletinin kurulması gibi bir Kürdistan projesi uygulandı.
Bu kurulacak sözde Kürt Devleti İsrail’in bir uydusu olacak ve bölgede kurulması planlanan Büyük İsrail projesinin bir parçası olacaktı. Şimdi teknolojinin ileri olmasından dünyada düşünen beyinler de Saddam ve emperyal güçlerin planlarını görsel medyada, televizyonlarda sızdırmalarda iyi görebiliyorlardı. Ya İkinci Dünya Savaşı kan oluk oluk akarken, insanlık yarınını bilmezken o zaman ki insanlık olup bitenden ne kadar haberdar olabilirdi ki? Hitler masalı böylelikle yutturuldu. Öyle ki bugün tartışmaya açmak bile suç sayılıyor ve birilerini rahatsız ediyordu. Dünyaya böyle kabul ettirildi.100 sene sonra Saddam masallarını o zamanki kuşaklara kim bilir nasıl anlatılacaktı?
Ama bugün, bu çağı yaşayan bizler akıl gözlerini iyice çalıştırmalıydı. Çünkü bu oyunların sonu olmayacaktı.
Richard Shenkman’ın “İnsanlık tarihinde büyük yalanlar” kitabında Hitler için şöyle yazıyordu: “YAHUDİLERİN TARİHİNİ YENİDEN YAZAN ADAM.” Enteresandır dünya çapında bir çok yazar da aynı şeyi söylüyordu. Aynı kitapta bir çok kaynak gösterilerek alıntılar yapılmış. İşte birkaç tanesi:
* 1936 da Nazi partisi Katolik kilisesini karşına alıp kilise okullarının sınıflarından haçların kaldırılmasını istemiş. Bu düşündürücüydü. Naziler haçları kaldırıyor.
* İki yıl sonra Nazilerin Yahudi dükkanlarının camlarını indirdiklerinde kristal gecenin ertesinde 20.000 Yahudi toplama kampına atıldığında Hitler yine radikallerden uzak kalmıştı. Almanya’da herkes onun Yahudilerden nefret ettiğini bilirdi, ama Hitler, o kaba saba Yahudi aleyhtarlığından biri değilmiş gibi davrandı ya da henüz değildi.( Ian Kershaw, “The Hitler Myth” History Today (kasım 1985), s.28-29 )
* Reichstag yangınında Naziler’in çıkardığı söylenir. Ama elde bunu destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Hem de hiç…Tarihçi A.J.P.Taylor’a göre yangını başlatan (Marinus Van Der Lubbe) adında Hollandalı bir sosyalisttir. Van Der Lubbe, bunu Naziliği protesto için yapmış, suçunu itiraf etmiş ve adil bir mahkemece suçlu bulunmuştur. Mahkemeden sonra kafası baltayla kesilmiştir. Peki öyleyse neden bu yangını Nazilerin çıkardığına bu kadar inanılmaktadır? Bunun sebebi bu olayın tam Nazilerin yapabileceği bir hadise olmasızındandır kanısı. Ayrıca yangın onlara yaramıştır. Halkın onlardan korkmasını sağlamıştır. (A.J.P.Taylor; “Who burnt the Reichstag?” History Today (ağustos 1960), s.515-522 )
* Nazilerin bu yaptıkları kötülüklerin başında Yahudilerin sistematik bir biçimde ortadan kaldırma kampanyaları gelmektedir. Ancak Hitler’in Yahudileri yok etme kararında olduğu artık tartışmaya açıktır. Kendisinin yaşamı boyu sahip olduğu Yahudi aleyhtarlığından kimse kuşku duymamaktaysa da, şimdi bazıları onun Üçüncü Reich’in ilk yıllarında Yahudileri sınır dışı etmekle tatmin olabileceğini ileri sürmektedir. 30’lu yıllarda kitle halinde sürgünler pek yaygındı. Naziler 1938’e kadar Almanya’dan 200.000 yahudiyi sürmüşlerdir. Şu halde Hitler neden bir Yahudi sürgününe devam etmemiştir. Bunun nedeni onları alacak bir yer bulamaması olmuştur. SS’lerin Yahudileri Filistin’e gönderme planını İNGİLTERE KABUL ETMEMİŞTİR.
Hitler,1940 yılında Almanya’da kalan bütün Yahudileri Fransız Madagaskar Adası’na gönderme teklifini onaylamıştır. Ancak denizler İngiliz hakimiyetinde olduğundan bu planın gerçekleşmesi olanaksızdı.
Kaynak: William Carr, A Finalalution Nazi Polcy Towards the Jews, History Today (Kasım 1985) s.30-36. For a Contray View See Daniel Goldhagen The Road to Death, New Republic (4 Kasım 1991)
Bu bilgiler birçok kanıtlanmış belgelerle yayınlarda da vardı. Hele bir de Yalan Haber Filmleri Bölümü vardı ki çok ışık tutucudur. Bu iki alıntı da buradan.
* 2.Dünya Savaşı haber filmlerinde Hitler’in Fransa’nın 1940’ta düşmesinden sonra dans ettiği gösterilmişti.
Bu filmi milyonlarca insan seyretmiştir; ama Hitler dans etmiş değildir. Dans hileli bir fotoğrafla gerçekleştirilmiştir. Hitler filmde sadece ayağını kaldırmıştı. Ancak optik printer denilen bir cihazın yardımıyla sanki çıldırmış bir manyak gibi dans eder görünmesi sağlanmıştır.
Kaynak: O’Connor İmage artifactis.s.11.
Bu bölümlerde belgeleriyle öyle günümüzün teknolojisiyle kim bilir ne yalan görsel haber filmleri yapılabileceğine ışık tutacak bilgiler var ki birkaç alıntı:
* Çok saygın March Of Time haber filmlerinde de sahte sahneler vardır.
Örneğin: 1937’de Japonların Çin’e yaptıkları saldırı ABD’de çekilmişti.1940 yılında haber fotoğrafçıları Japon denizcileri kurtardığı için bir Amerikan kaptanına Japonların ödül verdiklerini gösteren sahta bir tören düzenlemiş. İspanya iç savaşında İngilizlerin birçok aldatmacaya başvurduklarını artık biliyoruz. Bunların bir tanesi Gaumont British News 1936 Kasımında haberlerde Madrit’in düşüşünü göstermiştir. Oysa kent iki buçuk yıl sonra düşmüştür.
Kaynak: John O’Connor, İmage as Artifact(1990),s:73.Anthony Aldgate, British Newsreels and the Spanish Civil War, History(Şubat 1973) s:60-63.Raymond Fielding Paul American Newsreel(1972).15. Bölüm;Paul Smith,ed. the Historian and Film(1976) s:100,118.
Bunun gibi yüzlerce belgeli bilgi vardır. Hani meşhur Bağdat sahneleri vs.vs. Merak edenler daha çok araştırıp kamu oyuna dünyaya malolmuş bilgiye, belgeye rahatça ulaşabilir.
O gün İlhami Abi’ye bir soru daha sormuştum:
İstanbul’da Hitler’in cesedinin mumyalandığı İstanbul’daki ev neredeydi acaba? Bana
Tarabya’da demişti. Daha sonra o ailenin de şahit bırakmamak için yakıldığı, böyle bir bilgi sızmasının önlenmesi için katledildiği, olası bir bilgi sızmasındaysa bu cinayetleri SS subaylarının İstanbul’daki faaliyetlerinin sonucu olarak onları üzerine atmaları ve bir kamufle olarak atılması planlandığı İlhami Abi’nin açıkladığı diğer önemli konu
başlıklarıydı.Aldığım bilgi bu kadardı. Bunları 2005 sonlarında öğrenmiştim. Ama beni şok edecek bir olay olmuştu:
Bu bilgileri kaydettiğimden yaklaşık 10 ay sonra 15 Ekim 2006 Pazar tarihli Zaman Gazetesi’nin Turkuaz ekinin 5.sayfasında koca bir başlık atılmıştı:
NAZİ ATEŞİ ONLARI İSTANBUL’DA YAKMIŞ.
Üç koca fotoğraf… Biri Tarabya’da SS subaylarının Yahudileri yaktığı iddia edilen evin fotoğrafı. Diğer iki fotoğraf ise İstanbul’da Romanya’dan İstanbul’a kaçtıklarında Pera Palas Oteli’nde kalırken esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolan iki ailenin resimleri ve Tarabya’daki evde katledildiğinin öne sürüldüğü haber.
5.sayfanın tamamını kaplayan haber aynen şuydu:Bu konu ile ilgili bilgi için http://pazar.zaman.com.tr/?bl=1&hn=-5644&sy=20061015 tıklayın
Yorum sizlere kalmış.Yalnız Yeni Dünya düzencilerinin nasıl yalan hadiseler, kargaşalar çıkardığı bugün de yaşadığımız dünya da zaman da açıktı.Yalan olayların planlanmış senaryoları hala devam ediyordu.11 Eylül senaryosu bir anda Ortadoğu’yu yaktı.Yeni kampanyalarla İslam âlemi insanlığa terörist gösterildi. Saddam bahanesiyle Irak işgal edildi ve bölündü. Şimdi orda da bir oluşum içindeler. Bu yalan tarihlerle siyaset üreten ülkelere bir örnek de Ermeni soykırımı masalı. Aynen olmayan Hitler’in soykırımı gibi…Unutmayın tartışması bile suç ve Yahudi soykırımı hep gündemde. Ama bu bilgiler arif olanlara. Uyuyan beyinlere veya bir şeylerle meşgul edilmiş beyinlere değil.
Zaman’da çıkan bu habere bir de şu gözle bakılabilir mi acaba?
Olmayan soykırımı bir de Türkiye’yi İstanbul’u karıştırarak ortak mı etmeye çalışıyorlar?
İlhami Abi o gün şu çok düşündürücü şu kelimeleri sarf etmişti:
-Bütün sistemlerin amacı insanlara ölümü unutturmak, insana kendi varlığını düşündürmemek.
Düşünüyordum da gerçekten insanlık nelerle meşguldu. Bundan ben de kendime bir pay çıkardım tabii.
Ertesi gün Cenk’le buluştum. Cenk bana
– Âdem Abi Saddam’a ne yaparlar diye sormuştu.
İçimden Hitler’e ne yapmışlarsa ona da onu demek geçti;ama tabii ki bunu diyemezdim. Nasip olursa zamanı vardı. Demek ki asılacaktı filmin sonunda ve bu yeni bir senaryonun başlangıcıydı.
O an sadece Cenk bana çay ısmarlarsan içerim latifesini yapabildim.
OKTAN KELEŞ / http://www.netpano.com
oktankeles@gmail.com
BeğenBeğen
Sayın Bekir Bey;
‘Literati’ yi ister ‘entelektüel müsveddesi’ bağlamında, ister ‘batı düşüncesinin kavramlarıyla batılı olmayan toplumları değerlendirme’ bağlamında isterseniz de ‘ezbere konuşan’ bağlamında ele alın, ‘zanlarınızdan’ hareketle benim de bir ‘literati’ olduğum sonucuna varmanız, bizatihi yaptığımız ‘rasyonalizm’ eleştirisiyle yakından ilgilidir. Size yönelttiğimiz eleştiride ‘dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durması’nın hangi anlama geldiğini açıklamaya çalışmıştık. Bunu yaparken de sizin tabirinizle söylersek, sözlerinizin genel bağlamı gözetilmeden, kelimelere ‘tek kontekst içerisindeki standart manayı vermek, kılı kırk yarmak suretiyle ve sadece bilgi birikimimizi aktarmak, kendi egomuzu tatmin etmek için öne çıkmak maksadı güttüğümüzden ve salt eleştiri olsun diye eleştiri yapmışız. Kendi geleneği hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan bir insanın, yaptığımız eleştiriyi böylesi aptalca saiklerden hareket ederek yaptığımızı düşünmesi, bizim adımıza çok üzücüdür. Halbuki bizim bu sembolizmden kastettiğimiz, Bekir Bey’in Hadi Uluengin’e cevaben yazdıklarında eksik bir şeyin olduğunu hatırlatmaktı: Geleneksel sembolizm ve Kozmoloji. Kendi geleneğimizden ve kozmolojimizden haberdar olamama durumunun bir sonucu olarak kimlik bunalımı yaşıyor olmasını kabul etmesine de çok üzüldük. Çünkü böyle bir bunalım, ancak İslam geleneğinden uzaklaşmış olma durumunun yarattığı bir anomalidir. Halbuki biz Bekir Bey’in sığınacağı liman konusunda (İslam) tereddüt etmediğini yazdıklarından çıkarıyoruz. Bizim yapmak istediğimizse, sığındığı limanın temellerine bir kazık daha çakmaktır.
Bekir Bey; şayet savunmalarınızda ‘diğer insanların inanışlarını bilmiyor farzederek’ ve dolayısıyla nasıl ki bir ülkedeki mahkemede o ülkenin kanunlarını baz alarak, nihayetinde ‘tarafların ortak olarak kabul ettiği evrensel değerlerin minimunundan’ işe başlıyorsanız şu sorulara yanıt vermek durumundasınız:
1- Tarafların ortak olarak kabul ettiği evrensel normlar/değerler nedir? Kurumsal bazda ele alınırsa,İtalya hukukunun, Amerikan Hukukunun, Çin Hukukunun, İran Hukukunun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin vs.’in insanın hak ve hürriyetlerini, suçu ve cezayı vs.’i tanımlarken, bunları ‘asgari müştereklerde’ toplamaya çalışırsak elde ne kalır?
2- Şayet bu ‘asgari müşterekler’ varsa bu müşterekleri, salt müşterek olduğu için doğru/hak kabul edebilir miyiz?
3- Kurumsal bazda değil de bireysel bazda ele alındığında, tıpkı ‘modern evlilikte’ yer aldığı gibi ‘asgari müştereklerde buluşma’ mümkün müdür? Şayet mümkünse bu asgari müştereklerden hareket edip sonuçlara varmak ne anlama gelir?
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir ama sanıyoruz ki maksadımız hasıl olmuştur. Şöyle ki, ‘ortak müştereklerden hareket etme’ fikri ve buradan hareketle bir ilişki belirleme biçimi modern bir yanılgıdır. Bekir bey’in ifade ettiği gibi, burada maksat ‘ortalama seviyeye’ hitab etmektir. Tıpkı protestanların hakikati her insanın kendi seviyesine indirgemeye çalışması gibi. Belirsiz bir asgari müşterek fikri, bir kapalılığı ifade eder. Unutmadan söyleyelim, birey modern dönemde kendi başına yeterli ve bölünemez bir birimdir. Fizikteki atomlar gibidir. (Bkz. Amerikan anayasasında bireyin tanımı). Modern dönemde Bekir Bey’in de ne yazık ki farkında olmadığı en büyük tehlikenin kaynaklarından biri de burada yatmaktadır. Modern dönemde birey artık en asgari müştereklere indirgenmiş bir birimdir. Tıpkı fabrikalardaki makineli üretimden türetilen, birbirleriyle aynı ‘mallar’ gibi. Buna tekbiçimleştirme diyoruz. Burada insanın niteliksel yönleri yok sayılmış ve salt ‘niceliksel’ bir bağlama oturtulmuştur. Bunu Frankfurt Okulu düşünürleri gayet iyi analiz etmişlerdir. Fakat bizim için tek geçerli çıkış yolunu bulamamışlardır: Metafizik. Tekrar söylüyoruz Bekir Bey, Aşkın İlke ile bağlantının koparıldığı, İlkeye dönüşün (arınma) neredeyse imkansız olduğu bir ‘kali-yuga’ dan söz etmekteyiz. Dolayısıyla bazı günümüz mutasavvufları derler ki‘devir iman kurtarma devridir’. Çünkü salt niceliksel bir seviyeye indirgenmiş olan insan, her ne kadar bu seviyede mutlu ve kendini ‘güvende’ hissetse de, ‘aşağıdan gelen’ karanlık güçlerin etkisine her zaman olduğundan daha müsaittir. Daha önce söylediğimiz gibi, her şeyi salt maddi varoluş durumuna indirgeyen metaryalizmin modası çoktan geçmiştir ve metaryalizm/pozitivizm yerine maddi varoluşun daha alt seviyeleriyle ilgilenen Freudcu, Jungcu bir psişizm geçmiştir. Bu ise metaryalizmden daha fazla bir tehlike arzetmektedir. Çünkü artık aşkın ilke ile, semavi olanla bağın koparılması geçici bir aşamaydı. İkinci aşamada yapılan ise sadece basit bir pozitivist bilinemezcilik değil, maddi varoluşun altındaki güçleri, harekete geçirmek Aşkın İlke’den gittikçe uzaklaşan insan nefsini, kurta kuşa açık hale getirmektir. Freud’un bilincin alt seviyeleriyle (sub-conscious) ilgilenmesi bundan dolayıdır. Ayrıca kendisi kapalı bir birim oluşturan modern birey tıpkı bir ‘kaplumbağa’ya benzetilir. Modern aydınlanmacı Rasyonel kumaşla örülmüş kırılmaz kabuğu onun, semavi etkiyle (lütuf,rahmet) İlke ile bağlantı kurmasını engeller, aşkın ilke ile bağlantısı kopmuş/koparılmış insanın bu durumu Hint kozmolojisinde ‘büyük duvardaki çatlak’ olarak ifade edilir.İslam geleneğinde ise Yecüc ve Mecüc sürüsünün çıkaracağı çatlaklar olarak ifade edilir. Biz Bekir Bey’i bu etkilere karşı uyarmayı görev bildik ve Gelenek ve Kozmoloji konusundaki bilgisizliğini gidermesi, geçici olarak yaşadığınızı ümit ettiğimiz, kimlik bunalımının ilacı olacaktır. Aslında genel olarak böyle bir bunalımı yaşamıyorsunuz Bekir Bey fakat, Surus’un tezlerinin, yani kutsal olandan bağımsız bir akıl anlayışının üzerine çıkamadığınız sürece, kendinize çok çok Hürriyet gazetesi yazarlarını rakip olarak belirleyebilirsiniz. (Bkz, Rene Guenon Niceliğin Egemenliği ve Çağın alametleri).
Bekir Bey; bana illa da bir sıfat yapıştırmak gayesi güdüyorsanız, bize Rene Guenon aşığı, Frithjof Schuon aşığı, Platon aşığı, Plotinus aşığı, İbn Arabi aşığı , Abdülkerim El Cili aşığı diyebilirsiniz..
Açıkçası asla ‘bilgi birikimimizi’ göstermek ya da ‘spor yapmak’ maksatlı yazılar yazmayız.. Sizin fazlaca hafife aldığınız ve kuşkusuz farkında olmadan modern eğilimlerin bilincinize sızması sonucu biraz da ‘küçümseyerek’ baktığınız ‘örgü sembolizmi’ konusunda bakınız: Rene Guenon, Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi.
Dam üstündeki saksağanı görmüş olduğunuzu tahmin ediyoruz Bekir Bey. Yazılarımızı yazarken kendimize rakip seçmek isteseydik, kuşkusuz siz bizden çok uzak düşerdiniz. Zaten şayet hakikatı ifade etmek gayemizse, tez ya da antitez ikiliğinin üstüne çıkmak ya da yapay bir ‘iç’ ‘dış’ ayrımını aşmak durumundayız. Kendine bir rakip seçme arzusu, yine modern döneme özgü bir tutumdur. Modern filozofların çoğu (yani 1400lerin başından günümüze) kendisinden önce gelenlerin düşüncelerini yıkmakla işe başlamıştır. Böylece kendi ‘orijinalliklerini’ ortaya koymuş olacaklardır. Halbuki bizim de taraftarı olduğumuz geleneksel bakış açısı hiç de orijinal değildir. (Modern bir tutum olarak)Daha doğrusu orijini İlkedir,Lütufdur,Logostur,Nur-u Muhammedidir). O aynı zamanda Bilginin ve Varlığın kaynağıdır. Herhangi bir Hakikati olmayan ve sürekli ‘arayış’ içerisinde olan biz değiliz modernlerdir. Zaten bu arayış İlkeden gittikçe uzaklaşma şeklinde olmuştur. Frithjof Schuon bu durumu şöyle özetler: ‘Modern insan elinde anahtarı elinde tutan, fakat bu anahtarı nasıl kullanacağını bilmeyen insandır’
Not: İslam savaşları adlı komediden sonsuz derecede uzak ve bambaşka bir bağlamda, (ki bu yersiz, abuk-subuk tezi teferruatıyla yerle bir ettiği için Bekir Bey’den Allah Razı Olsun.) hiç de rasyonel olmayan, fakat ancak ‘intellectual intuition’ sahibi olanların anlayabileceği, bir savaştan dönerken Peygamberimizin ifade ettiği hadisi hatırlatmak isterim: ‘Küçük savaş sona erdi, büyük savaşa hazırlanın’. Bu sözün manasını, Bekir Bey’in tabiriyle ‘dam üstündeki saksağanı’ görmek isteyenler için Bkz.(Savaş metafiziği ve Sembolik Silahlar, Julious Evola, Rene Guenon)
Selam ve dua ile..
BeğenBeğen
saatlerdir bu siteyi okuyorum , sigara paketini yarıladım ,çayda bitti yeni demlemek lazım eğer kalkabilirsem demleyeceğim…….
Mustafa Akyol’dan birkaç gömlek üstün bence de cahilliğimi ve tembelliğimi bağışlayın
peki kimdir bu Bekir Yıldırım bey ?
BeğenBeğen
Tesekkurler Sn. Vadinin Bozkurdu ilginiz, teveccuhunuz icin. Kim oldugumun yazdiklarimla degerlendirilmesini yeglerim. Ikinci cayi da demeldikten sonra gerisini okursaniz bircok yerlerde kisisel bililer, tecrubeler de var.
Onun otesinin okuyucu icin ilginc olacagini sanmiyorum.
Yorumlarinizin devamini beklerim.
Serlam, saygi ve muhabbetle
BeğenBeğen
Sayın Numan bey
Sizde anomali bir durum yoksa niye büyük cihad yapıyorsunuz?
Yapmıyorsanız erdiniz mi?!? (enel hak mı diyorsunuz?)
/
ve
Buna nefis deniyor galiba.
Numan Bey iç dış ayrımını bırakalım aşalım diyor, aracılarıda kaldırdı, Allah’a yaklaşalım diyor ama nefsi aşamadı büyük cihad yapıyor.
Bekir abi şuan, Numan Bey belki dam üstünde saksağanı görmüştür, belki suyun üstündede yürüyordur, kendince eşyanın hakikatını anlamıştır ama kulluğu anlamamış kaybedeceğiniz bir şey yok tartışmaya deymez. (İbn Arabi aşığı , Abdülkerim El Cili aşığı )
Yazıları zaten kendini eleveriyor.
İslam nedir: İslam Allah’ın peygamberler vasıtasıyla gönderdiği TEVHİD dinine denir. Bunlar kutsallıkları abartma işini bıraksalar kulluğa geçecekler ama işte BÜYÜK CİHAD (yapıyor daha).
Büyük cihadı kafirle münafıkla mücadele ederek yapsana kardeşim; etmez eşit görür herşeyi çünkü mana adamı batın adamı..,
Peki nasıl büyük cihad yapacaksın?
Fazla uzaklara gitmeyip Ferit Aydın, Abdullaziz Bayındır, Celalettin Vatandaş okusak kendi geleneğimizden ve dinimizden bir şeyler öğreniriz Büyük Cihadcı Numan abi.
Hepinizi “Yalnız ona KULLUK edip Yanlız ondan YARDIM dilediğimiz” Alemlerin Rabbine Emanet Ediyorum.
BeğenBeğen
Sanırım Mustafa Akyol yazısında
O yaşanan acıların, savaşların “””TEK suçlusu””” Batı ve onun komploları “””değil”””
Evet suçluduru değil de, biz bir “””de””” kendimize bakalımı vurguluyor,
vurgusu yapmak istiyor
Ha cümleleriyle direk bunu söylemeyebilir efendim, o bir yazar ve yazısını inginçleştirebilmeli, orasını da ben akıl edeceğim,
Yani tek suçlu evet batı demek faydalıysa hep birlikte söyleyelim ama değil,
Gelin kendimizde suç yoksa da hata, kusur arayalım
Emin olun bu özeleştiri daha faydalıdır, o acıların bitirilmesi için
BeğenBeğen
Eğer gerçekten bu özeleştiriden fayda arıyorsak Mustafa Akyol’un yaptığını yapmak lazım,
Yani Batının hatalarını, suçlarını “başka zaman” konuşmak,
Sadece özeleştiri yapmak lazım,
İkisini bir arada konuşunca emin olun konuşmanın sonunda “sizi Mustafa Akyol’dan bir gömlek üste yerleştiremediğini düşündüğüm” hamasetvari sözlerden başka kimse birşey hatırlamaz,
Bakın yapılan yorumlar bile kanıtlıyor,
Yahu hatalarımızı ne güzel ortaya koydun diyen,
Hain Batı’nın üzerimizdeki emellerini bir bir ortaya koydun diyenden daha az ise
Yazı bir öncekilerden hiç de farklı değil
BeğenBeğen
Mustafa Bey,
Yorumunuzu kisisellistirmeden cevaplamaya calisacagim.
Ozelestiri ve otekini elestiri argumanlarinin her ikisi icinde kuvvetli sebepler uretilebilir. Birinimi daha fazla yapalim oburunu mu tartismasinin icinden cikabilmek icin temel gayemizin hakikat , iyi arayisi oldugunu hatirlamak faydali olur herhalde. Bunu yapan kimse Bati’yi ihmal edrek, hersey bizim sucumuz diyerek bunu yapamaz. Adeta bir mahkemedeki hakim olcagiz; Hoca’nin kabahatini de hirsizin sucunu da soyleyecegiz.
Yazidaki goruslerim bu konuda kapsamli bir yazi degil. Bir karasi arguman. O arguman da Hadu uluengin’e ve ikinci derecede ona katildigin soyleyen Mustafa Bey’e ait. Ama bu dusunce cizgisinde olan bir coklari var.
Bir de “ozelestiri” adi altinda baslatilan bircok sorgulama, tartisma ve nifakin aslinda hic te “oz” olmadigi Bati’daki psikolojik hareket merkezlerince tedavule konuldugu gercegi var. Onlari mi kendimizi mi elestirelim gibi basit muhakeme ile gecistirilemeyecek kadar girift bir mevzuu vesselam.
yorumunuz icin tesekkurler. Devamini beklerim.
BeğenBeğen
Bu yazınızı Mustafa Akyol’un sitesinde yorum yazanlardan birisi referans verdiğinde gördüm ve okudum,
O yorumlar arasında,
Evet maalesef tarih boyunca ve hala Müslümanların birbirlerine reva gördükleri elemleri ve bunları İslam’a saldırmak için kullanan yorumları görünce ben özeleştiriyi daha gerekli ve faydalı görüyorum.
Yorumumu dikkate aldığınız için teşekkürler,
İyi çalışmalar…
BeğenBeğen
CİHAD
Konumuz olan cihad kavramı da erozyana uğrayan kavramlardan birisi, hatta en önemlisidir. Galip kültürürn sözcüleri olan oryantalistler ve müşrikler, mağlup kültürün sözcülüğünü yapan islamcılara “cihad” dersi verdiler. Cihadın nihai ve en üst boyutu olan “kıtal”ı (yani harp, savaş) cihad kelimesinin kapsamından kopararak, cihadı yalnızca “harp etme işi” olarak takdim ettiler. Sonrada “İslam harp/savaş dinidir ve ülkeleride savaşla ele geçirmiştir. İnsanları savaşla zorla islam dinine sokmuştur.” Bu tazyik karşısında (zaten abandone olmuş) islamcı yazar ve alimler şöyle dediler; “Hayır islam savaş dini değil, aksine barış dinidir ve İslam savaşı yalnızca “savunma amaçlı” kullanmıştır. Ülkesi ve topraklarına yönelik saldırıları def etme amaçlı kullanmıştır” Sormak lazım bu zihniyete… Hz Muhammed (sav) 30’a yakın gazvenin ve 60 civarında seriyenin kaç tanesini savunma amaçlı yapmıştır. Hendek (diğer adı ile Azhap) savaşının dışında hiçbir savaş savunma açmaçlı yapılmamıştır. Uhud savaşı bile savunma amaçlı değildir. Bedir sonrası tarafların (bir daha savaşmak) için anlaştığı bir savaştır. Kaldıki Hz Peygamber müşriklerle harp etmiyordu, Peygamber müşriklerle cihad ediyordu.
SAVAŞ VE CİHAD ARASINDAKİ FARK:
Savaş ile Cihadın, hem NİYET, hem AMAÇ, hemde SONUÇ açısından bir birinden çok farkı vardır.
Savaşta niyet; Üstün olma, hakimiyeti genişletme vs vardır.
Cihad da niyet; Allah’ın rızasını ve ahiret kurtuluşunu elde etmektir.
Savaşta amaç; toprak elde etmek, mal ve animet toplamak ve cizye (haraç) ile kasayı ve keseyi doldurmaktır. (Kalpleri mal mülk iştahıyla kabarmakta altlarında zırhlı tanklar, ellerinde makinalı tüfekler, üstlerinde saf saf olmuş uçaklar , arkalarında donatılmış milyarlık ordular ile zavallı geri kalmış ülklerin sessiz kalmış hayatını zehirleyip gelirlerini kapışmaktalar Bütün bunlarla beraber pis iştahları biraz daha kabarmakta hayvani iştahlarını körüklemektedirler, Onlar hiçbir zaman Allah yolunda harp etmemişleridr. Ancak hayvani arzularının, adi isteklerinin, karışık düşüncelerinin uğrunda savaşmışlardır)
Cihadda amaç; Zor ve baskı altında olan insanları bu dayatmalardan kurtarıp İslam’ı (kurtuluşu, rahmet dinini) tanıma ve seçme özgürlüğü ile insanları baş başa bırakmaktır.,
Savaşta sonuç; Kadın, yaşlı ve çocuk öldürme dahil her yolu meşru görerek amaca ulaşmaktır.
Cihadda sonuç; Allah’ın rahmet dinini insanlar götürürken, önce tebliğ, sonra teslim olmalarını istemek ve ensonunda da fitnenin elebaşı, zorba güçlerle savaşmaktır.
Bu savaşta yani cihadda İslam, kadın, çocuk , yaşlı ve tüm masum insanları gözetir ve korur. Ganimet ise, cihadın doğal meyvesidir. Bu da her şeylerini ortaya koyan insanların nasiplenecei gibi, daha çok yine fakir ve kimsesiz insanlara geri dönmesi amacıyla, gaspçı, fitneci güçlerin ellerinden asıl sahiplerine döndürme işidir. Bu ve daha sayamadığımız nedenlerden dolayı “cihad”la (Allah için savaşla) cahiliyenn anladığı savaş arasında dağlar kadar , hatta dünya ve ahiret kadar fark vardır. Evet, aynen öyledir. Fark dünya ve ahiret kadardır.
ÇÜNKÜ “SAVAŞIN HEDEFİ DÜNYADIR. OYSA CİHADIN HEDEFİ AHİRETTİR.
Demekki Yanlış tanımlama ile başlayan hedefe varamaz. Onun için Allah; Allah yolunda savaşın “fisebilillah”ın adını Cihad koymuştur.
Sonuç olarak: İslamın cihadı ile küfrün savaşını karşılaştıracak olursak; İslam yaşatmak için öldürür. Küfür öldürmek için öldürür. İslamın ferdi; başkaları kurtulsun, başkaları nur’a kavuşsun diye kendini ölüme atar. Küfrün ferdi ise; başkalrı karanlıkta boğulsun diye öldürür. İslamın ferdi; başkalarının dirilişi için kendini ölüme atar. Küfrün ferdi ise kendisinin yaşaması için başkalarını öldürür. İslamın savaşı ahiret eksenlidir. Küfrün savaşı ise dünya eksenlidir. İslamın savaşı Allah rızası eksenlidir. Küfrün savaşı ise heva ve arzu eksenlidir. İslam cihadı Allah’a ulaştıran en önemli vesile sayarken, Küfrün savaşı emperyalist sömürge aracı sayar
Hülasa; İslamın cihadı ile küfrün savaşının arasındaki fark, islam ve küfür arasındaki fark kadardır.
Selametle;
Allah’a emanet olunuz, bizi de O’na emanet ediniz.
BeğenBeğen
Kemalizmin Askerleri
İlhan Selçuk, tesettürlüleri Cehennem’e yollayıvermiş. Selçuk’un Kemalizm’i diğer dünyevî ideolojilerden, öte dünyayı da düzenleme çabasıyla ayrışır. Bu anlayışa göre, hem burada, hem ebediyette Kemalizm ilelebet payidardır. Hareket noktası Kemalist kişiliğin hak ve gerçeği temsil ediyor olması, bunun dışındaki her şeyin birer sapma olarak değerlendirilmesidir.
Bu, bana nedense Noam Chomsky’nin “anjelik-melekimsi-Amerika”sını çağrıştırır. ABD’nin emperyalist hırsını tarif ederken Chomsky, Amerika yönetiminin kendini doğru, dürüst, güzel ve gerçeklikle bir tuttuğunu ve onlarla başkaları arasındaki bu ayrışımın tabii bir Tanrı vergisi olduğuna inandıklarından bahseder. Benzer bir gerçeklik iddiası Kemalizm’de de vardır işte. Evet, din ve devleti birbirinden ayırmak Kemalizm’in üzerine oturduğu ana temeldir ama, “müdahaleci” karakteristiği onun öteki dünyayı düzenlemesine de imkân sağlar. Buna göre, baş örtmek gibi bir ilahî emir görünürlük kazanamaz; çünkü dinin kamusal alanda var olması mümkün değildir. Belki çok özelde ona tahammül edilebilecektir ama, hiç olmasa, yok olup gitse daha da iyidir. Kemalizm bu noktada cür’etkârca Yaratıcı’ya da eleştirisini getirir ve “bu zaman ve çağda…” diye başlayan cümleler, “Ortaçağ Arabının…” birtakım özellikleriyle süslenir. Öte dünya ise Kemalizm’in ilgi alanında olmamasına rağmen bu dünya ile ilişkilendirilmesi bağlamında Kemalizm’in kapsama alanına alınır. Öte dünyada taranır ve hüküm altına alınır. Buna göre Allah’ın askerlerine alternatif Kemalizm askerleri yetiştirilir. Onların feda edilmesi halinde şehitliğe yükselmeleri demektir. Bu noktada Kemalizm sorunlu olduğu dinden çalmakta da bir beis görmez. Yüzsüzdür çünkü. Madem Kemalizm yolunda ölene yüksek bir makam verilecektir, o makamı dinden ithal etmekte de bir sorun yoktur. Böylece “yaratılır” laiklik şehitleri. Cennet onlarla doldurulduğuna göre, Cehennem de onların tam tersi ile doldurulmalıdır. Dini burada yaşayan, yaşamakla kalmayıp kamusal alanda da dini kimliğiyle dolaşan… Başörtülüler Cehennem’in dibini böylece boylar.
(NOT:yazı devam ediyor, dileyen kalan bölümü burdan okuyabilir… http://www.tevhidhaber.com/news_detail.php?id=25299&uniq_id=1196394370 )
Merve Kavakçı / Vakit
BeğenBeğen
YOLDAKİ İŞARETLER
Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’in giriş bölümünde, bu kitabı yazış sebebini şöyle açıklıyor: “insanlık bugün bir uçurumun kenarındadır. Doğu ve batı dünyası insani değerler noktasında iflas etmiştir. Batı tarafından insanlığa vaat edilen hiçbir şeyin gerçekleşmediği, tam aksine uçurumun kenarına geldiği, dolayısıyla insanlığın yeni bir yönelişe muhtaç olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Bu sebeple, dünyanın en buhranlı dönemini yaşadığı kargaşa ve başıboşluğun hakim olduğu çağda İslam’ın ortaya çıkma zamanı gelmiştir. İslam ümmeti bu fırsatı kullanmalı ve rolünü ifa etmelidir. Devran, İslam’ın devranıdır. Şüphesiz biz bugün insanlığın tamamen habersiz olduğu meseleyi bilmekteyiz. Böylece bu mevzuu pratiğe geçirmeli ve düşünceyle amel arasında denge sağlanarak bir ümmet meydana getirilmelidir. İslam ülkelerinde kıyamın vücut bulması ancak bununla mümkün olacaktır. Eninde sonunda bütün dünya İslam ülkelerinin hâkimiyeti altına girecektir. Bu İslam’i kıyam nasıl başlamalıdır? Bir öncü cemaat ortaya çıkmalı ve cahiliyetin bütün cihana hükmettiği bu çağda kıyam etmelidir. Bu cemaat dört bir yanını kuşatan cahiliye toplumundan ne zaman kopacağına ve bu toplumla ne zaman irtibat kuracağına karar verebilecek güce sahip olmalıdır. Bu cemaatin, onun önündeki uzun yolun başlangıcına götürebilecek hedeflerine varabilmesi için hangi rolü oynaması gerektiğini öğretecek ve onu asıl görevinin bilincine vardıracak işaretlere ihtiyacı vardır. Bu Yoldaki İşaretler yeryüzünü kuşatan cahiliye karşısında nasıl bir tavır takınmasını gerektiğini gösterecektir ona. Cemaat bu cahiliyete karşı nasıl davranmalı ve bizatihi ne gibi bir tavır sergilemelidir? Halktan ne zaman kopmalı veya halkla ne zaman kaynaşmalıdır? Ne zaman ve hangi şartlar altında İslam’ın diliyle konuşmalıdır halkla? Bütün bunların cevabını, bu işaretler verecektir ona. Yoldaki İşaretler’i niceden beridir sabırla beklediğimiz bu öncü cemaat için yazdım işte…” diyor. Seyyid kutub’un, özlediği ‘Nesil’, ‘Örnek Kur’- an Nesli’ idi. İşte, sahabeden oluşan bu ilk ‘Neslin’ inşasını, meydana geliş şeklini Yoldaki işaretler’de şöyle anlatmaktadır:
1- BU NESLİN BESLENME KAYNAĞI SADECE KUR’AN DI:
Sahabe sadece Kur’an’dan beslenmişti. Başka bir kaynak yokluğundan değil, bilinçli bir tercih neticesinde Kur’an’ı tek kaynak olarak seçmişti. “Biz de bugün bir cahiliyet içerisinde yüzüyoruz. Tıpkı İslam’ın ilk geldiği günlerdeki cahiliyet gibi, hatta daha da katı. Çevremizde bulunan her şey cahiliyet damgasını taşıyor. İnsanların düşünce ve inançları, adet ve gelenekleri kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, prensip ve nizamları… Hatta çok kere İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam felsefesi ve İslam düşüncesi olarak sandığımız şeylerin pek çoğu bunun içinde… Onlar da bu cahiliyetin yapısını taşıyorlar.”
Hz. Peygamber (sas) Hz. Ömer in (ra) elindeki Tevrat parçalarını görünce; Ey Ömer, eğer Hz. Musa (as) da sağ olsaydı, onun da yapacağı şey bana tabi olmaktı, demek suretiyle, sahabenin başka kaynaklardan beslenmesini istememişti.
2- KUR’AN’A YAKLAŞMA VE ONDAN YARARLANMA ŞEKLİ:
Sahabe Kur’an’ı zevk alma, eğlenme, mücerret manada kültürünü artırma, ilmi ve fıkhı iddialarına yeni bir mesned eklemek gayesi ile okumamıştı. Bilakis Kur’an’ı sadece Allah’ın emirlerini öğrenmek ve öğrendiklerini hemen pratiklerine aktarmak için okumuşlardı. Çünkü onlar Kur’an’ın zihni eğlenceyi temin eden bir kitap olarak gelmediğini, bir tarihi, bir edebiyat ve bir hikâye kitabı olmadığını biliyorlardı. Abdullah bin Mesud (ra), biz on ayet alır, onu iyice öğrenir ve hayatımıza aktardıktan sonra diğer ayetlere geçerdik, derken de bunu anlatmaya çalışmıştır.
3- CAHİLİYEDEN AYRILIŞ:
İslam’a giren bir sahabe, geçmiş cahiliye hayatıyla bütün bağlarını koparmakta idi. Bu kopuş fiziken bir ayrılığı değil, fikri, zihni ve düşünsel bir ayrılığı öngörmekte idi. İşte Seyyid Kutub’a göre, Müslümanlar tekrar böyle bir ‘Nesil’ meydana getirmek istiyorlarsa, mutlaka, Sahabenin yetişme tarzında izlenen yol ve yöntemi esas almaları gerekmekte idi. Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler’de cahiliye cemiyetini şöyle tanımlamaktadır: “Allah’tan başkasına ibadet eden ve Müslüman olmayan her toplum cahili bir toplumdur. Yani gerek inanç ve düşünce tarzında, gerek ibadet kastı taşıyan yasalarda ve gerekse hukuki düzenlemelerde ortaksız Allah’a kul olmak ilkesine dayanmayan her toplum cahili bir toplumdur. Bu sebeple komünist, putperest, kapitalist ve faşist toplumlar ile laik Yahudi ve Hıristiyan toplumlar da cahil toplum kategorisine girmektedir. Ayrıca günümüzde Müslüman adı verilen kimi toplumlar da bu cahili toplum kategorisinden sayılmaktadır. Her ne kadar bu toplumlar Allah’tan başka birisini ilahlaştırdığı veya ondan başka ilahlara tapındığı için cahiliye toplumu çerçevesine girmemekte ise de günlük yaşayışı bakımından Allah’tan başkasına kulluk ettiği ve yalnız Allah’a kul olmaya rıza göstermediği için cahiliye toplumuna girmektedir. Günümüzde adı Müslüman olan bu cemiyetler,her ne kadar doğrudan doğruya Allah’tan başka birisini ilahlaştırmamak ise de, uluhiyetin en önemli özelliklerinden birisi olan kanun yapma yetkisini Allah’tan başkalarına vermekte, Allah’tan başka insanların koydukları hükümlere tabi olmakta; hayat nizamı, sistem ve değer ölçüsünü adet ve geleneklerini bu hakimiyet telakkisinden almakta ve hemen hemen bütün hayati değerlerini bu ölçülere göre ayarlamaktadırlar. İslam bu gibi cemiyetlerin de Müslüman cemiyet olmadıklarını kabul etmekte ve kendi değer ölçüsüne göre bunların meşruiyetini reddetmektedir.”
“Biz de bugün bir cahiliyet içerisinde yüzüyoruz. Tıpkı İslam’ın ilk geldiği günlerdeki cahiliyet gibi, hatta daha da katı. Çevremizde bulunan her şey cahiliyet damgasını taşıyor. İnsanların düşünce ve inançları, adet ve gelenekleri kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, prensip ve nizamları… Hatta çok kere İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam felsefesi ve İslam düşüncesi olarak sandığımız şeylerin pek çoğu bunun içinde… Onlar da bu cahiliyetin yapısını taşıyorlar. İşte Seyyid Kutub bu tür İslam görünümlü olan, şekli olarak namaz kılan, oruç tutan ve hacca giden cemiyetlerden akidevi anlamda onlardan kopup uzaklaşmanın zorunlu olduğunu söylemektedir”
“Seyyid Kutub’a göre, Müslüman’ın birinci görevi, cahiliye toplumunun dostluğunu kazanmak ya da onunla uzlaşmak değil, onu temelden değiştirmektir. Rabbani yöntem, bu değişikliklerin nasıl ve hangi aşamalardan geçilerek yapılacağını gösteren yöntemdir. Bu yöntemi Kur’-an’dan başka yerde bulamayız. O halde, Kur’an’ın indiriliş ve uygulanış tarzını iyi kavramamız gerekir.”. Alev Erkilet Başer, age. sh.275
Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’de; metodun da tek olduğunu, kişinin düşünce, heva – hevesi ve şartlara göre yeni metotlar uygulayamayacağını belirterek, şu veciz sözü söylemektedir: “Nasıl ki, Kuran Rabbani ise metodu da Rabbanidir” diyordu.
Seyyid Kutub, Hz. Muhammed (a.s)’ın mücadelesini örnek alarak, İslam’ı insanlara anlatış tarzını, metodunu 3 kategoride incelemektedir:
1- MİLLİYETÇİLİK, IRKÇILIK YAPARAK:
Kuran nazil olduğu Arap toplumunda, ülke İran ve Romalılar tarafından işgal edilmişti. Hz. Peygamber (as) Arapları, bu iki işgalci ülkeye karşı milliyetçilik, kavmiyetçilik bayrağı altında toplayarak mücadelesini yürütebilirdi. Daha sonra da esas gayesi olan tevhidi onlara anlatır ve kabul ettirebilirdi. Bu çok kolay ve kısa zamanda netice getirebilecek bir yöntemdi. Yani, insanları önce kendisine kul eder, sonra da Rabb’inin sultasına kulluk ettirebilirdi. Fakat Allah-u Teala Yüce Peygamberini böyle bir yöne tevcih etmedi ve öncelikle ondan “Allah’- dan başka ilah yoktur” ilkesini haykırmasını istedi. Allah-u Teala Peygamberini ve beraberindeki Mü’minleri yormak mı istiyordu? Hâşâ! Allah-u Teala bütün bunları, sadece bundan başka bir yol olmadığını göstermek için yapıyordu. Maksat yeryüzünü Romalı ve İranlı putun elinden kurtarıp bir Arap putunun eline teslim etmek değildi. Put her yerde ve her çeşidi ile puttur. Yeryüzü Allah’ın mülküdür ve “La İlahe İllallah-Allah’tan başka ilah yoktur” sancağı yeryüzünün üzerine çekilmeden yeryüzünün sırf Allah için olması imkânsızdı.
2- FAKİRLİK-FUKARALIK EDEBİYATI YAPARAK:
Arap toplumunda küçük bir azınlık mal ve ticareti elinde bulunduruyor, büyük çoğunluk ise açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. Hz. Peygamber (a.s) fakir, fukara ve yoksul adına içtimai bir bayrak açarak zengin kesime karşı isyan eder ve dolayısıyla zenginlerin ellerinden mallarını alarak fakirlere dağıtabilirdi. Bu takdirde Araplar ikiye bölünerek büyük çoğunluk zenginlere karşı düzenlenecek bir isyanın içinde yer alabilirdi. Böylece Hz. Peygamber (a.s) ekseriyeti kendi yanına çekip daha sonra da La İlahe İllallah davasını bunlara anlatabilirdi. Fakat Allah-u Teala bu yolu da Peygamberine uygun görmemişti. Çünkü Allah, Tevhid bayrağının yanında başka bayrakların dalgalanmasına izin vermiyordu.
3- İFFET VE AHLAK DUYGULARINI KULLANARAK:
Arap toplumunda ahlaki seviye de en alt noktada bulunuyordu. İçki, kumar ve fuhuş alabildiğine yaygındı. Bu dönemin şiirleri içki, kumar ve kadın methiyeleri ile doluydu. Her çeşidi ile çıplaklık ve ahlaksızlık, bu cemiyetin belirgin özellikleri arasında yer alıyordu. Peygamber isteseydi bir ıslahatçı olarak çıkıp, cemiyetin bozulan ahlakını düzeltmek ve toplumu temizlemek için uğraşabilirdi. Böylece, Hz. Peygamber (a.s) o şekilde hareket ederek, başlangıçta çevresinde temiz ahlaklı, sahih ruh safiyetine sahip kimseleri toplayıp, getirmiş olduğu akideyi onlara kabul ettirirdi. Dolayısıyla yolun başlangıcında “La ilahe illallah” davasına karşı çıkanları bertaraf etmiş olurdu. Allah-u Teala peygamberini bu yola da sevk etmiyordu. Çünkü bu yolun da geçerli bir usul olmadığını biliyordu. Nitekim itikadi bir nizamı yerleştiremeden evvel konulacak bütün değer ölçüleri bu şekliyle tutarsız olacaktı.
Bu Dine Sahip Çıkanların Şu Gerçeği İyice Bilmeleri Gerekir: Bu din nasıl Rabbani bir din ise, onun hareket metodu da Rabbanidir, esas tabiatına uygundur. Bu dinin özünü hareket metodundan ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla Rabbani düşünce tarzına ve Rabbani hayata, Rabbani mefkûreden başka bir yolla ulaşılması da imkânsızdır.
Burada sözü edilen yöntem, peygamberlerin ortak yöntemidir, değişmemiştir,
her zaman ve mekan için aynıdır. Çünkü tarih boyunca cahliyye de değişmemiştir. Allah bu yöntemi davetçilerin içtihadına bırakmamış, bizzat belirlemiştir. Rabbani yöntem, davayı dava adamından önemli kılan bir yöntemdir. İçinde yaşanılan cahiliye sistemini, sistemin belirlediği gayri İslam’i yol ve yöntemlerle ele geçirmek, ya da sistemle uzlaşmak, onunla iyi geçinmek, kadroları ele geçirmek gibi yöntemler de, bu yöntemin kabul etmeyeceği bir şekildir. Peygamberi yöntem, İslam’ın cahiliye toplumunda apayrı ve ondan fikren ayrılmış organik bir hareket halinde ortaya çıkmasını gerektirmektedir. Kutub’a göre, İslam hiçbir zaman cahiliyyenin gölgesi altında yeşeremez; hem ondan ayrı, hem de onun karşısında yer alan bir yapı oluşturması gerekir.
Kutub’a göre, İslam’ın cahliye karşısında organik bir yapı olarak ortaya çıkmasının iki yolu vardır: Beyan ve cihad
Kutub’a göre, İslam’ın cahliye karşısında organik bir yapı olarak ortaya çıkmasının iki yolu vardır: Beyan ve cihad.
“Kutub’a göre, İslam akidesinin temeli, Allah’ın mutlak egemenliğini kabul etmek ve egemenliği ondan başkasına tanımamaktır. İslam topumu ile cahliyye toplumun birbirinden ayıran temel ölçü budur. Cahiliye ister komünist, ister putperest, ister laik, isterse başka bir toplum içinde karşımıza çıksın, bunların hepsinin ortak niteliği egemenliği Allah’tan başkasına vermeleridir.
Cihad ise, cahliyenin insanların vicdanlarına tahakküm etmesini önleme ve onlara dilediği inancı seçme özgürlüğünü tanıma mücadelesinin adıdır.
Seyyid Kutub, cihadı bir savunma harbi olduğunu savunanları, garb kültürü karşısında ruhen ve aklen hezimete uğrayan, batıl zihniyete sahip ve İslam’da cihadın mantığını kavrayamayan kimseler olduğunu söylüyor. Bu tür insanların, batı kültürü karşısındaki aşırı hezimetten dolayı cihadı “Savunma Harbi” şeklinde göstermeye çalıştıklarını belirtiyordu.
Yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini kurmak sadece, tek başına “tebliğ” ve “beyan” yoluyla yapılacak işler değildi. Çünkü insanların omzuna bir kene gibi yapışmış ve tasallut etmiş olanlar ve Allah’ın
yeryüzündeki saltanatını gasp etmek isteyenler sadece tebliğ ve beyanla vazgeçecek olsalardı peygamberler Allah’ın dinini hakim kılmak için bu kadar zorluk çekmezlerdi. İslam yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini kurmayı, tağuti düzenleri yıkmayı ve insanı köleleştiren prensipleri yok etmeyi açıkça emrediyordu.
İslam, din yalnız Allah’ın oluncaya ve fitne yeryüzünde kalmayıncaya kadar cihad etmeyi, kullara kulluğu ortadan kaldırarak bütün insanları sadece ve sadece Allah’a kul yapmayı ve insanla İslam’ın arasına
giren her türlü engeli -bu engel ister devlet, ister fert ve isterse zümre/sınıf olsun- kaldırmak için cihadı emrediyordu.
Zaten şirk ve cahiliyenin olduğu yerde, Müslüman için çatışma ve cihad ortamı kendiliğinden var demektir, ayrıca başka bir şeyin olmasına gerek olmadığını savunuyordu.
Cihad’da hedef; Allah’a, Allah’ın istediği ve razı olacağı şekilde kulluk yapma ve bu kulluğu engelleyen her türlü engeli kaldırıp, tesirsiz hale getirmektir.Yoksa mal, ganimet ve arazi elde etmek ne cihadın amacı, ne de hedefidir.
Özetle, Kutub’a göre cihad, beyan ve hareketin birlikte kullanılması esasına dayanır ve kula kulluk ortadan kaldırılıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar da devam eder.
Seyyid Kutub, Müslümanlar nezdinde tek hizbin, tek yolun, tek nizamın ve tek şeriatın bulunduğunu söyler.
Tek yurdun ise, İslam’ın ve İslam’i devletin egemen bulunduğu, Allah’ın şeriatının hükümran ve emirlerinin geçerli olup, Müslümanların birbirlerinin kardeşi ve dostu oldukları İslam’i yurt olduğunu ileri
sürüyor, bunun dışında kalan yer ve yurtları ise, İslam’la ilgisi olmayan -velev ki Müslümanların doğup
büyüdüğü yerler olsun- yer ve yurtlar olarak değerlendiriyordu.
İslam bu anlayışıyla insanı yüceltiyor, kan, toprak, çamur ve ırk bağından kurtarıyordu.
Müslüman’ın vatanı ne doğduğu, ne doyduğu, ne ailesinin, ne de işinin bulunduğu yerdir. Müslüman’ın vatanı alnını rahatlıkla secdeye koyduğu, Allah’ın hükümlerinin hakim olduğu, kula kulluğun sona erdiği,
insanların sadece Allah’a kul olduğu yerdir. Müslüman’ın ırkı, milliyeti sadece ve sadece akidesidir. Müslüman’ın akrabaları ile, aşireti ile, eşi ile, ailesi ile, komşuları ile ve içinde yaşadığı ülke ile ilişkilerini toprak, kan ve ırk bağı değil, yalnızca akidesini belirler.
Dolayısıyla Müslüman’ın uğrunda fedakârlığa katlanacağı ve koruyacağı vatanı bir arazi parçasından ibaret değildir. Müslüman’ın bağrına sığınacağı aşireti, savunacağı akrabası sadece kanı, ırkı ve canıyla akraba değildir. Onun yükselteceği ve gölgesinde seve seve şehadet şerbetini içeceği sancak da ırk sancağı değildir.
Seyyid Kutub’a göre; “insanların kendi arzularıyla değiştiremeyecekleri ırk, cins, aile gibi özellikleriyle birbirine bağlandığı düzenler, geri düzenlerdir. Akidelerine bağlı olarak, özgür iradeleriyle seçebilecekleri özelliklerine göre bağlandıkları düzenler ise medenidir. Bu görüşe göre, en medeni sistem İslam’dır.”
3 [3. Başer, age. sh.282]
“Müslüman’a inancı yüzünden savaş açan, onu dininden alıkoyan ve İslam’ı prensiplerin işlevini geçersiz kılan her yer isterse orada ailesi, akrabası, toplumu, malı bulunsun Daru’l Harp’tir. Müslüman’ın
kendi inancını yaşadığı, dininin hakim olduğu her yer ise isterse orada ailesi, akrabası, toplumu ve ticareti bulunmasın Daru’l İslam’dır. Vatan; inancının, Allah’ın dininin hakim olduğu yerdir. İşte insana
layık olan vatanın gerçek manası budur.”4 [4. Manaz, age. sh.170]
Seyyid Kutub, yukarıdan beri anlatılan konulardan da anlaşılacağı üzere özetle şunları söylemektedir:
1- “Örnek Kur’an Nesli’nin benzerinin yeniden meydana gelebilmesi için Müslümanlar yeniden Kuran’a dönmeli, sadece Kuran’dan beslenmeli, Kur’an’ı tekrar başvuru kitabı haline getirmeli ve verdikleri İslam’i mücadelenin temelini her halükarda “Allah’ tan başka ilah yoktur” ilkesine dayandırmalıdırlar.
2- Müslümanlar Allah’ın rızasını kazanabilmek ve Allah’ın gösterdiği hedefe ulaşabilmek için nebevi metodu esas almalı, bunun dışında kalan her türlü yol, yöntem ve özellikle de çağın putu haline gelen demokratik mücadele usulünü mutlaka reddetmelidir.
3- Müslümanlar mutlak suretle organik bir yapı şeklinde, tevhidi ilkeleri temel alarak bir cemaat halinde mücadele etmelidirler. Bireysel olarak mücadele edenler ise kısa bir süre zarfında istemeyerek de olsa yaşadıkları şirk/cahiliye sisteminin bir uzvu haline geleceklerini bilmelidirler.
4- Müslümanların, Müslümanlar ve diğer çevrelerle olan ilişkilerini, akideleri belirler. Verdikleri mücadele ırk, toprak ve ganimet için olmayıp, sadece akidevi bir mücadeledir.
5- Müslümanlar cahiliye sistemleri ile olan ilişkilerini koparmalı, her türlü uzlaşmayı, bir arada kardeşçe yaşamayı, hoşgörülü davranmayı ve ilkesizliği reddetmelidirler. Çünkü tevhid ile şirkin, iman ile küfrün, Hz. Muhammed (a.s) ile Ebu Cehil’in hiçbir zaman uzlaşmayıp bir araya gelmeyeceğini ve her zaman çatışma halinde olacağını bilmelidirler.
BeğenBeğen
Değişim ve Dönüşüm Kavramları
Değişim: İnsan üstü olayların sonucu değil, bizzat insanın yüce ideallere ulaşma çabası, kendini arındırma maruf ve takva gayreti veya birde tersine nefsini münkere yönlendirmesi fücrun kötülük istikametinde dejenerasyonu ile başlayan ve gelişen bir toplumsal sosyal süreçtir.
Bakın insanın iradesi var, insanın iradesinine bağlı bir şekilde gelişiyor müspet ve menfi istikamete doğru bir süreci kapsıyor, toplumsal süreci kapsıyor gelişmeyi veya geriye dönüşü içeren toplumsal ve sosyal bir süreci kapsıyor.
Değişim sürecinde insani ve kültürel değerlerde bir çözülme, bir dejenerasyon bir bozulma veya tersine yeniden toparlanma, düzelme, güzelleşme gerçekleşecektir.
Değişimdeki asıl güç insanın mülk ve iradesinin oynadığı roldür.
İnsanlık tarihi boyunca insanın mücadelesinin toplumların nefislerden başlayarak hayra, marufa, nura, takvaya yada aksi yönde kötülüğe münkere, zulümata, fücura doğru değiştirmekten ibaret olduğu görülecektir. İnsanlık tarihinin serüveni budur. İnsanlık serüveni budur yani ya ahseni takvim fıtratı üzerine bir gelişme ve yüceliş
ya esfele safiliyn istikametinde bir düşüş ve aşağıların aşağısına hatta hayvanlardan bile daha aşağıya sürükleniş. İnsanın serüveni bu, insanın imtihan dünyasındaki süreci bu.
Beşeri kaynaklı değişim teorilerinde yani kapilatalizm sosyalizm kominizm gibi batı seküler paradikmasının ürettiği alanlarda insan iradesi yok sayılmıştır,
insan edilgen pasif bir konuma iletilmiştir.
Onlar şöyle diyor, “şeyler değişir” anlayışla modern yaklaşımda “değişim” temel gerçeklik olarak kabul edilir, yani temel gerçeklik değişimdir. Bu yaklaşım insanı çağresiz bırakmakta iradesini yok etmekte, değişim sanki tılsımlı bir kavram bir kelime olarak geleceğin yönünü belirleyen değer ve normlara dair herşeyi değiştiren tek amil olarak görülmektedir.
Onlara göre herşeyi belirleyen bu kavramdır.
Determinist bir yaklaşım söz konusudur. Ekonomik ve tarihsel bir determiznizm sözkonusudur. Kapitalizmde ekonomik determinizmde rekabet şartları oluşacak ve otomatikman değişimi sağlayacaktır.
Sosyalist determinizmde ise sınıfsal çatışma sözkonusudur sınıflar çatıştığında değişim gerçekleşecektir. İşte bu iki değişim sürecinde determinist bir yaklaşım vardır. Yani otomatikman gerçekleşeceği kabul edilir,
insan iradesi devre dışıdır. İnsanlar bu determinist teoriler çerçevesinde değişim kavramının kalıcılığı ve belirleyiciliği içersinde “sadece bir suyun üzerinde sürüklenen bir saman çöpü” gibi algılanmaktadır
Kur’an çerçevesinde baktığımızda değişime bu “şeyler değişir” kavramının yerine “şeyleri değiştirmek” kavramının geldiğini görüyoruz değiştirmede bakın irade var, insan var,
insanın kendi kaderi üzerinde söz sahibi oluşu var, insanın onurlandırılışı var, insanın edilgen olmaktan çıkartılıp kendi kaderi üzerinde söz sahibi etken bir konuma taşınması var.
Bu anlayışta birey ve topluma hareket özgürlüğü, iradesini kullanarak kendi hedeflerini kendi değer ve normlarına göre belirleme imkanının verildiğini görüyoruz.
Beşeri model ve anlayışlarda yani “şeyler değişir” yaklaşımı içersinde insanlar değerleri üretmektedir.
değerlerde insanları yönlendirmektedir. İslamda ise değerler Allah tarafından verilidir, vahyi yol iledir, yani var kabul edilir Allah’tan indirilmiştir, değişmezdir sabitedir.
insanlara düşen ise kendi iradesini seferber ederek Allah tarafından indirilmiş değişmez bu değerler istikametinde kendi özündekini değiştirmektir. Ötekinde ise değerleride bir grup egemen güç sahibi insanın ürettiğini veya düşünürlerin ürettiğini görüyoruz.
“Şeyler değişir” fikrinin merkezinde hem fiziksel hemde değersel çatışma ve rekabet yer almaktadır.
Bu fikrin temel varsayımı çatışma ve rekabetin değişime yol açacağıdır. Bu yüzden marksist düşünce de sınıf çatış ması ve zoraki devrimler değişimin belirleyicisidir, kapitalizmde ise rekabetin ekonomik ve toplumsal değişmeyi başlatıp gerçekleştireceğidir. Gerçekte ise çatışma ve rekabet herzaman bir değişime yol açmamaktadır. Açık rekabetin hiçbir miktarı kapitalist bir toplumu, adil bir servet dağılımı gerçekleştiren bir toplum haline dönüştürememiştir. Yani iyiye gidişi daha adil
daha özgürlükçü insan onuruna daha saygılı bir ortamı kapitalist rekabet piyasa sistemi hiçbir zaman gerçekleştirememiş tam tersine insanı insanın kurdu yapmış, insanı insanın haklarını gasp edebilme, güç sahibi olanlara mazlumların mustazafların haklarını gasp edebilme imkanı hazırlamıştır.
Ve netice itibariyle zoraki devrimler daima yapısal değişikliklere de yol açma mıştır, Mesela Fransız devrimi büyük toplumsal bölünmelere yol açmış fakat yapısal bir değişim getirmemiştir yani kültürel sosyal siyasi paradikması aynen insan merkezli olarak devam etmiş yani insanı ilahlaştırma anlamında insan merkezli yapısal süreç devam etmiştir.
yoksa insana değer verme anlamında insanı onurlandırma insanın insani vasıflarını koruma anlamında değil, fıtrati anlamda değil.
Yine mesela Rusyadaki ekim devrimi tamamıyla baskıcı olan aynı yapı içersinde birçeşit zorbalığı başka bir çeşit zorbalıkla değiştirmiştir. Yani tam anlamıyla olumlu anlamda şeyler değişerek insanları neticede bir cennete kavuşturmamıştır.
Çünkü Marks ında iddiası nedir, şeyler değişerek kominist dönem bir cennet olacakdır, insanlar adil olacak haklar gasp edilmeyecektir; ama hiçbir zaman bu gelmemiştir.
Çünkü insanlar bu sistemlerde edilgendirler ve Allah’ın indirdiği vahyin getirdiği değerlerle değil, insanların, egemen güç sahibi insanların (taguti güçlerin) ürettiği değerlerle önlerine bakmışlardır.
İslami değişimin amacı iktidar ve dünyevi hırslar değil sadece Allah’a kulluk yapıp O’nun rızasını kazanmaktır yani tevhid ve adalettir.
Çatışma ve rekabeti esas alıp zülmle yada çıkar çatışmasıyla değişimi yönlendiren beşeri ideolojilerde ise amaç
dünyadır, dünyada iktidar ve rantı elegeçirmektir diğer insanlara egemen olmaktır.
İslami toplumsal değişimde Allah’ın rızasını kazanmak esas olduğu için şeyleri değiştirmeye yönelik çaba ve plan süreklilik arz eder, nihai bir durum olarak görülemez hiçbir zaman. Sürekli Allah’ın rızasına uygun bir hayatı muhafaza etmek, kulluk eksenli bir hayat tarzını sürekli tekamül ve terakki ettirmek gerektirmektedir.
Hayat durmayacağına göre bu hayatı istikamet üzere muhafaza etmek veaynı istikamette sürekli
daha iyiye götürmek hayatı planlamayı ve çalışmayı durdurmamayı sürekli kılmayı gerektirmektedir.
Ayrıca şeylerin değiştirilmesi fikri islami-vahyi açıdan ümmetin bütün kısımlarını içine alan müşterek bir sorumluluğu yani bir ümmet dayanışmasını bir küresel sorumluluğu da gündeme getirmektedir.
Kur’an insanların yaratıldığı gibi temiz kalmayarak karater, yapısını ve fıtratını bozduğunu özündekini menfi istikamette bozmaya müsait olduğunu ifade ederek nefisleri arındırmaya çalışmaktadır.
Dolayısıyla islami değişim bir yandan menfi değişime karşı sürekli münkere karşı bir direnişi değişimi içermektedir bir taraftanda Tevhidi değişimin şartlarını oluşturmak gayretini marufu birlikte gündeme getirmektedir. Kirlenmekte süreklidir çünkü insanlar sürekli kirlene bilme imkanına sahiptir dünyada arındırmada sürekli bir planlamayı sürekli bir çalışmayı çabayı gerektirmektedir.
Değerli kardeşlerim işte bu yöntemin temel üzerine inşaa edildiği vasatı ortaya koyduktan sonra RAD 11. Ayeti okuyalım
Rabbimiz diyorki .“Ardında ve önünde insanoğlunu takip edenler (melekler) vardır; Allah’ın emriyle onu gözetirler. Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah’tan başka hami de bulunmaz.”
Birinci bölümde önce bir tespit yapılıyor bizleri gözetleyen takip eden, not tutan birileri var.
İkinci kısımda gerçek şu ki bir toplum kendi öznünde olanı değiştirip bozmadıkça, Allah da o kavmin durumunu değiştirip bozmaz.
İnsanların neticedede toplumun kendi özündeki ile ilgili yaptıkları değişiklikleri tespit ettikten sonra Allah’da aynı istikamette o toplumu değiştirmektedir.
Allah insanlara verdiği nimeti veya azabı üstünlüğü veya alçaklığı onurluluğu yada ezilmişliğionlar düşüncelerini davranışlarını ve pratik hayatlarını değiştirmedikçe değiştirmiyor. Bu Allah’ın (CC) yasasıdır.
Nasılki belli şartlarda bulutların irtibatı yağmuru yağdırıyorsa, rüzgar esince şunlar oluyorsa, nasılki bizim kan dolaşımımız şöyle bir duruma yol açıyorsa, nefes almamız şunu sağlıyorsa, aynı şekilde Allah’ın kevni ayetlerinden bir ayet olarak, sosyal bir yasası olarak bu kanunda işlemektedir.
Kuşkusuz bu insana ağır bir sorumluluk yükleyen bir gerçektir, böyle bir şey böyle bir yasa insana büyük bir yükümlülük yüklüyor.
Yüce Allah’ın iradesi ve buna ilişkin yazısı insanlar hakkındaki iradesinin yine bu insanların davranışları yönünde gerçekleştirilmesi; yani Allah bizim hakkımızda bir karar verecek, toplum olarak, ama diyorki ben siz nasıl istiyorsanız öyle karar veriyim diyor. Müthiş bir şey bu, gerçekten bize büyük bir lütufda bulunmasıdır, insanı onurlandırmasıdır, büyük bir şeref vermesidir kaderiniz üzerinde söz sahibi kılıyorum sizi diyor.
Toplumsal kader olarak nereye ulaşmak istiyorsanız özünüzdekini o istikamette değiştirin bende onu takdir ediyim diyor yani kaderinizi siz belirleyin diyor toplumsal kaderiniz hakkında sizi söz sahibi kılıyorum diyor,
siz bir şirk sistemi ile mi yönetilmek istiyorsunuz o zaman özünüzdeki tevhidi değerleri söküp atın
şirke doğru yönelirseniz, bu yanlış yolu seçerseniz şirke dair değerleri özünüze geçirirseniz bende size şirk sistemini takdir ederim
diyor.
Ama şirke dair şeyleri özünüzden söküp atar onun yerine tevhidi değer ve ölçüleri yerleştirirseniz yani kendinizi bu istikamette, tevhidi istikamette yeniden inşaa ederseniz
o zaman size ben İslamın adalet yönetimini takdir ederim. Bu kadar açık ve nettir bukadar anlaşılırdır. Ama nedense insan oğlu akletmemekte anlamamakta direnmektedir.
Ayetin üçüncü kısmında yer alan hüküm ise şudur Allah bir toplumun herhangibir kötülüğe uğramasını dileyince onu hiç kimse önleyemez yani Allah böyle bir takdir yaptıkdan sonra onu hiç kimse engelleyemez insanların Allahdan başka hiçbir koruyucusu ve yardımcısı yoktur,
yani ötekiler boşunadır, öteki tüm ilahlar, tüm sistemler boşunadır. Eğer siz özünüzdekini olumsuz yönde değiştirdiniz bozdunuz bende size verdiğim nimeti aldım sizin bozuk durumunuza bozuk bir sistemi takdir ettim. Sizi burdan kurtaracak Allah’tan başka kimse yoktur.
Allah nasıl kurtarır? Yasa ortada diyor.
Siz bu sefer olumlu istikamette kendinizi değiştirirseniz söz ben vaad ediyorum Rabbinizim değiştireceğim diyor bu kadar açık. Bunun dışında bu yasanın dışında bütün çabalar boşadır.
Şimdi buradaki ayetteki tagayyun değiştirmek bozmak anlamında olmasına rağmen gerek bu ayetinin mefhumu muhalifinden giderek ve gerek özümüzü olumlu anlamda değiştirdiğimizde yasanın tersine işediğini olumlu istikamette işeyeceğini çıkarabiliriz
Birde olumluya örneK olarak Yunus suresi 98. Ayettende çıkarım yapabiliriz “Bir kasaba halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin! İşte Yunus’un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik.” diyor bu nedir yunus a.s. iman etmemekte ısrar eden kavmine kızıyor terk ediyor ama
bir Peygamberin Allah’ın izni olmadan ve verilmiş olan risalet görevini sonuna kadar yerine getirmeden görev mahallini terk etmeside yasak
işte böyle bir yanlışı yapıyor, yapıncada tabiki peygamberlerin hem Yunus a.s. malüm Rabbimiz tarafından ikaz edilip uyarılıyor bir sürü serüven yaşıyor imtihandan geçiyor tövbe istifar ediyor
ve tekrar görev mahalline dönüyor tabi bakın şöyle bir olay gerçekleşiyor. Rabbimizin diğer bir ayetide şu “Yoksa Allahın azaba hükmesinden sonra imanları bir fayda vermeyecek ” diyor, Yunus a.s kavmine azap görünmüş o direnmeleri sebebiyle hak etmişler azabı kendilerini olumsuz istikamette bir konum tespittikleri için
fakat peygamber görevini sonuna kadar yerine getirmeden terk ettiği için onlara tekrar bir imkan tanınıyor peygamberin tekrar gelişiyle iman ediyorlar halbuki azap göründükten sonra o iman fayda vermeyecekken böyle bir sebebden dolayı fayda veriyor, onlar özlerindeki durumu değiştiriyor Allah da onlardaki görünen azabı erteliyor,
Allah da onlar hakkındaki hükmünü değiştiriyor onlara bir mühlet daha tanıyor. Böylece Değişim nelere kadirmiş görmüş olduk…
BIRAKMAYINIZ DEĞİŞTİRİNİZ…
Selametle…
Allah’a emanet olunuz..
/
Bir sonraki konuda;
Bakara 256 ile ilgili bir çalışma yapmaya çalışacağım, Şu meyanda:Şeytanda Allah tan korkuyor o da Allah’a inanıyor, şeytanın iyi yönlerini örteceğiz, yani tagut olduğu kesinleştikten sonra falanca buluşu yapmış, falanca ulkeyi kurtarmış son durumda reddedeceğiz, buluş ihtiyacımızsa kullanırız ama sahibini reddedeceğiz örteceğiz, ülkeyi kurtarmışsa yaşarız ama asiyse reddedeceğiz, gibi.
BeğenBeğen
Sayın S;
Uzun bir zaman önce yazdıklarımı bugün tekrar okuma fırsatı buldum. Epey zaman geçmiş, bu sebeple bana cevaben yazdığınız eleştirileri yanıtlama noktasında bir irade göstermenin çok da gerekli olmadığını düşünüyorum. Üstelik, size ilginç gelebilir, hayatımda bir veya iki kez olması dışında, ben bu tür sanal ortamlarda ne tartışmaya girdim, ne de bundan sonra bu tür tartışmalara gireceğim. Fakat hakkımda yazdığınız deruni bilgileri yanıtsız bırakamayacağım. Soruyorsunuz sayın S, şöyle soruyorsunuz: Sizde anomali bir durum yoksa niye büyük cihad yapıyorsunuz?
Ve kendiniz -kısmen benim adıma- yine bir soruyla cevaplıyorsunuz: Yapmıyorsanız erdiniz mi? Ene’l Hakk mı diyorsunuz?
Sayın S;
Ene’l Hakk diyebilmek için Mansur olmak lazımdır, Bistami olmak lazımdır, Geylani olmak lazımdır. Siz bu sözün eninin, boyunun, genişliğinin farkında mısınız? Siz bu sözün forumlarda ironi malzemesi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
“Numan bey iç dış ayrımını bırakalım aşalım diyor”
Evet aynen böyle.Ve yine ekliyorsunuz:
“Aracıları da kaldırdı”
“Allah’a yaklaşalım diyor, Nefsi aşamadı büyük cihad yapıyor”
“Belki suyun üstünde yürüyordur”
“Kendince eşyanın hakikatini anlamıştır, kaybedeceğiniz bir şey yok tartışmaya deymez”
“Arabi Aşığıymış!” “El-Cili Aşığıymış!”
Aracılar ile “perde” yi birbirine karıştırıyorsun sevgili S. O aracı ki, Hz.Muhammed, o olmasaydı Alem olmazdı. Bu kimin haddine! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu sevgili S? Size deniyor ki iç ile dış ayrımını kaldırınız:
Ben sanırdım alem içre bana hiç yar kalmadı
Ben beni terkeyledim bildim ki ağyar kalmadı
Gözündeki perdeyi kaldır sevgili S, yoksa aracıyı, resulü, Habibullah’ı değil.
Siz modern müslümanlar, bin fırın ekmek yeseniz, İbn Arabi’nin maneviyatının sonsuzda biri kadar Yol katedemezsiniz.
Bu sözler, “şeyh uçmaz mürid uçurur” anlamına gelmez.
Bu sözler, kutsallıkları abartma işi anlamına gelmez. Keşki, sayın S, kutsallığı abartabilseniz! Keşke Sonsuz Rahmet karşısında rasyonel aklınız durabilse! Siz neyi anlamak istediğinizin farkında mısınız?
“Bunlar kutsallıkları abartma işini bıraksalar, kulluğa geçecekler ama işte büyük Cihad yapıyor daha”
Sayın S Büyük Cihad konusundaki cahilliğiniz şu sözlerinizle zirveye ulaşıyor:
“Büyük cihadı kafirle, münafıkla yapsana kardeşim”
Ey sevgili din kardeşim S. Büyük cihad, kafir ve münafıkla, baltayla, kılıçla, sopayla yapılan savaş değildir! Yoksa siz böyle mi düşünüyorsunuz?
Bilinmeli ki Büyük Cihad, sanal ortamlarda yapılmaz. Bilinmeli ki Büyük Cihad’da yenilmesi gereken kendi kafir nefsindir, nefsü’l emmarendir! Bilinmeli ki Büyük Cihad’da yenmen gereken şu veya bu yarımpabuçlu müslüman ya da modern Ebu Cehil’ler değildir. Bilinmeli ki Büyük Cihad’da teslim alınması gereken kendi münafık nefsindir.
Burada yazılanların ve çok daha önceden yazdıklarımın Büyük Cihad ile hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar olsa olsa, küçük cihad’ın bir parçası olabilir.
Sayın S, öyle anlaşılıyor ki, günümüzde Cihad “kendi nefsimizden” başlamalıdır ve “ben” den hareketle “diğerlerine” -eğer ulaşılmışsa- Hakikat ifade edilmelidir. Siz kendinizi “elde bir” müslüman varsayarak benim gibi aciz Arabi Aşıklarını İslam’a davet etmek yerine, önce kendinizi sorgulayınız. Bizi cehenneme yollarken, kendinize Cennet yolu açtığınızı düşünüyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz. Tebliğe kendinizden başlayın, başkalarından değil. Kulluğu bana anlatmayın, siz yaşayın yeter. Allah Benim Sevgilim, Sevgilimle arama girme.
Şu kesindir ki, sahabe-i kiram, internet ortamının müslüman bilgeleri olarak, bu tarz bir profilde İslam’ı yaymadılar. Onların sözleri yaşantılarıydı, onların gayesi forumlarda dil ve retorik becerisini göstermek değildi.Onların gayesi, teorik/pratik tartışmalarda galibiyet golü atıp kaçmak değildi. Onların gayesi hiç çıkmamacasına Hakikat’ı kalbimize mıhlamaktı. Onlar samimiydi sayın S, fakat siz samimi değilsiniz.
Beni kimseye emanet etmeseniz de -hiç önemli değil-, ben Allah’a emanetim -elhamdülillah-. Sizde Allah’a emanet olun.
Selam ve Dua ile..
BeğenBeğen
s.a.
Yukardaki konuya devam ederiz ama bir soru soracam,
Ben namazı dosdoğru nasıl kılacam bana bir ipi ucu versene,
Rabbim sürekli namazı dos doğru kılın diyor.
Sen nasıl kılıyorsun bilmiyorum ama bana biraz anlat…
BeğenBeğen
Aleyküm Selam kardeşim;
Şeriat namazı, şu ayet-i kerime ile sabittir: “Namazlarınıza ve orta namaza dikkat edin” (Bakara 2/288). Bu ayetteki namazlardan kasıt, zahiri organların cismani hareketiyle yerine getirilen rükünlerdir. Kıyam,kıraat, rüku, sücud, kuud, ses ve lafızlar gibi. Bundan dolayı, “namazlarınıza” şeklinde çoğul söylenmiştir.
Tarikat namazı ise, kalbin namazı olup, devamlıdır. Bu namaz, yukarıdaki ayette geçen “orta namaz” ifadesinden anlaşılır. “Orta namaz” dan kasıt, kalbin namazıdır. Zira kalp -intellectus-, bedenin ortasında, sağ ile sol, ulvi ile süfli ve saadet ile şekavet arasında yaratılmıştır. Rasullullah bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kalp, Rahman’ın parmaklarından iki parmak arasındadır. Onu dilediği gibi çevirir” (Müslim) Bu hadisteki “iki parmak” la kahr ve lutf sıfatları kastedilmiştir. Yoksa Allah teala, parmakları olmaktan münezzehtir.
Yukarıda zikredilen ayet ve hadisin dalaletiyle, kalp namazının asıl olduğu anlaşılır. Öyle ki, kişi bundan gafil olunca, namazı ve organların namazı fasid olur, bozulur. Nitekim Rasulullah, “Kalp hazır olmadıkça, namaz sahih olmaz” buyurmuştur. Ayrıca, namaz kılan, Rabbine münacatta bulunmaktadır. Münacatın mahalli de kalptir. O halde, kalp gafil olunca, kişinin namazı batıl ve (dolayısıyla)organların namazı da bozulmuş olur. Zira kalp asıldır -merkez-, diğer organlar ise ona tabidir. Şu hadiste belirtildiği gibi: “Dikkat edin, bedende öyle bir et parçası vardır ki, o iyi olduğu sürece bütün beden iyi; o bozuk olduğu zaman bütün beden bozuk olur. Dikkat edin, işte o et parçası kalptir” (Buhari-Müslim)
Şeriat namazı, her günde beş vakittir. Bu namazın, Kâbe’ye yönelerek, riya ve gösterişten uzak bir şekilde, imama uymak suretiyle mescitte cemaat ile kılınması sünnettir. Tarikat namazı ise, ömür boyu hep devam eder. Onun mescidi kalptir. “Ben kulumun kalbine sığarım”. Tarikat namazının cemaati, batıni kuvvelerin, batın lisanı ile tevhid isimleriyle iştigal üzere bir araya toplanmasıdır. İmamı, gönül -fuad-daki şevktir. Kıblesi de, hazret-i ehadiyye ve cemal-i samediyyedir ki, zaten asıl kıble budur. Kalp ve ruh, daima bu namaz ile meşguldür. Zira kalp, ne ölür, ne de uyur. Arif -wise- kişi, kalbin devamlı canlı olması sebebiyle, uykuda ve uyanıkken, hiçbir ses, kıyam ve kuud olmaksızın bu namaz ile meşguldür. Böylece o, Nebi’ye tabi olarak, Allah’ın “Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz” (Fatiha 1/5)buyruğu ile hitap etmektedir.
Kadi Beydavi, Tefsirinde şöyle demiştir: Bu ayette arif kişinin haline ve onun gaybet[yokluk-gayb-kayıp]halinden hazrata [olma]intikaline işaret vardır. Bu yüzden o, böyle bir hitaba hak kazanmıştır. Resulullah bir hadisinde “Peygamberler ve veliler, evlerinde kıldıkları namaz gibi kabirlerinde de namaz kılarlar” buyurur. Yani kalplerinin canlı olması sebebiyle, Allah ve O’na münacat ile meşguldürler.
Şeriat ve tarikat namazı, zahiri (dış) ve batıni (iç) olarak bir araya toplanınca, salat -namaz- tamam olmuştur. Yani, o kişinin namazı, “dosdoğru”, “tam-kamil” bir namaz olur. Böyle bir namazın, ruhaniyet yönüyle kurbette [yakınlıkta], cismaniyet yönüyle de derecatta ecri çok büyüktür. Bu kişi zahirde (dış görünüşte) abid -ibadet eden, kulluk eden-, batında (iç görünüşte)de arif -marifet,gnosis,sofia sahibi- biri olur.Buna karşılık, kalp canlılığı ile tarikat namazı elde edilmedikçe, o kişi noksandır; ecri de kurbet cinsinden değil, derece cinsinden olur.
Kendim için istediğimi, kardeşim S için istemedikçe ve kendim için istemediğimi de, kardeşim S için de istemedikçe iman etmiş sayılmayacağım, iman etmedikçe de Cennet’e giremeyeceğim. O halde, Kalben kardeşim olan sevgili S’ye Selam ve Dua ile…
BeğenBeğen
s.a
Münazaracı 2/288 demiş ama Bakara suresi 288 ayet değil (286 ayet) Göz sürçmesi olabilir ama kalp sürçmesi olmasın, olmasın ki kalp katılaşmasın… Bakara 238 demek istemiş. Şimdi bakalım tefsirler Bakara 238 için ne diyor.
BASAİRU’L KUR’AN
238:”Namazları ve bilhassa orta namazı (üzerine ti¬tizlikle düşerek) muhafaza edin! Ve Allah için kalkıp O’-na gönülden boyun eğiciler olarak divan durun! (kunutta bulunun)”
Namazlarınızı muhafaza ediniz. Namazların muhafazası, tüm namazları vaktinde rükûn ve şartlarına riâyet ederek hiçbirini ihmal etmeden, Allah’ın istediği biçimde yerine getirmek demektir. Namazla¬rın muhafazası, namazla Allah’tan alınan mesajın muha¬fazası de¬mektir. Namazla Allah’tan alınan mesajın, namaz sonrası hayata ak¬tarılması ve sosyal hayatın bu mesajla düzenlenmesi demektir. İşte böyle namazlarınızı hiç ihmal etmeden muhafaza edin ve özellikle de orta namaza dikkat edin!
“Salâtul vusta” Vüsta, evsad kelimesinin müennes ismi taf-dıylidir. Arapça’da bu kelime hem orta, hem de yüce, yüksek anlamla¬rına gelmektedir. Hem orta namaz, hem de bütün sıfatla¬rını havi ola¬rak Allah’ın istediği biçimde kılınan namaz mânâsına gelmektedir. Bu namazın hangi namaz olduğu, şu bildiğimiz na¬mazlardan birisi mi, yoksa bu namazlardan başka bir namaz mı ol¬duğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Sahabeden çoğunun ifa¬desine ve dört mezhep ima¬mının görüşüne göre bu namaz, ikindi namazıdır. Allah’ın Rasûlü Ah-zâb savaşı günü, kendilerini çok şid¬detli bir biçimde sıkıştıran ve hattâ Müslümanlara ikindi namazı kılma imkânı bırakmayan müşrik¬lere bedduada bulunmuştu:
“Onlar bizi orta namaz olan ikindi namazından meş¬gul ettiler. Allah da onların evlerine ve kalplerine ateş doldursun!”
diye bedduada bulunmuştur.
(Beyhaki, Sünenü’l-Kübra 1/460)
Yine Allah’ın Resûlü’nün Tirmizî’de:
“Orta namaz, ikindi namazıdır.”
hadisini biliyoruz.
Yine sahabeden kimileri bu orta namazın sabah namazı ol-duğunu söylemişlerdir. Kimileri bunun öğle namazı olduğunu, kimileri akşam, kimileri yatsı namazı olduğunu söylemişlerdir. Bu, beş vakit namazın tamamını içine alır diyenler de olmuş. Sahib-i tertip olmanın önemine dikkat çekiliyor diyenler olmuş. Cemaatla kılınan namazdır, Allah burada cemaata dikkat çekiyor diyenler olmuş. Cuma günü kılı¬nan cuma namazıdır, korku namazıdır, vitir nama¬zıdır, Kurban bay¬ramı namazıdır, Ramazan bayramı namazıdır gibi pek çok görüşler serd edilmiştir bu konuda.
Fakat tüm bu rivâyetler dikkatlice incelenirse Allahu âlem en uygunu bunun ikindi namazı olmasıdır. Çünkü bu konuda en güzeli Rasûl-i Ekrem’in beyanına uymaktır. İnsanlar için meşguli¬yetin en fazla olduğu dönem de ikindi dönemidir. Buna göre şöyle demek her¬halde daha uygun olacaktır: Her şahıs için engellerin ve meşguliyetin çokluğu sebebiyle kılınması en zor ve geçirilmesi en çok ihtimal dahi¬linde olan namaz, onun için en faziletli namaz veya orta namazdır.
Veya bu orta namaz açıkça belirtilmediğine göre mümin bütün namazlarını tam olarak muhafaza ederse, bu namazı da muhafaza etmiş olacaktır. Tıpkı Kadir Gecesini Rabbimizin gizli tuttuğu gibi. Ka¬dir Gecesini yakalamak isteyen kişi Ramazanın son on gününü ta¬mamen ibâdetle geçirmesi gerektiği gibi. Öy¬leyse tüm namazlar Al¬lah’ın istediği biçimde muhafaza edilmeli ki, bu orta namaz da muha¬faza edilmiş olsun. Evet, namazların tü¬münü muhafaza edin, özellikle de bu orta namaza çok dikkat edin!
“Ve de Allah için kalkıp, divan durunuz. (Kunutta bulununuz)”
Allah için kalkıp Allah huzurunda el pençe divan durunuz.
“Ganitiyn” kelimesinin birkaç mânâsı vardır.
1- İtaat ediciler olarak Allah’ın huzurunda durun.
2- Konuşmadan ve namazı bozacak fiillerde bulunmadan hu¬zurda durun.
Ahmed İbni Hanbel’in Müsned’inde şu rivâyeti görüyoruz: Zeyd Bin Erkam diyor ki: “Habeşistan’a hicretten önce Allah’ın Rasûlü na¬mazdayken biz ona selâm verirdik, o da bizim selâmı¬mızı alıyordu. “Ve Allah’ın huzurunda huşu ile durun” âyeti nazil olmuş Ha¬beşistan’dan dönüşümüzde tekrar ona namazda iken selâm verdik; fakat Allah’ın Rasûlü bizim selâmımızı almadı. Öyleyse bu âyetin mâ¬nâsı “Namazda konuşmayın!” demektir.
3- Huzû ve huşû içinde namaz kılın ve namazda dua edin de¬mektir.
“Kunûd” el pençe beklemek demektir. Emre hazır bekle¬mek demektir. Ya Rabbi ben sana teslimim! Ben sana bağlıyım! Ne ister¬sen iste! Ne emredersen emret! Ben senin emrini bekliyo¬rum! De¬mektir. Kulluğu sadece Allah’a hasretme, şirkten kaçınma ve Allah’-tan başkalarını kesinlikle dinlemeyeceğini ortaya koyma¬dır bu.
Bir de bu:
“Ve Allah için ganitiyn olarak ayakta durun!”
Âyetinin mânâsı; namazda aldığınız mesajla hayatınızı ayakta tutun! Bu mesajla ayağa kalkın anlamına gelmektedir. İs¬ter evlilik, ister boşanma, ister yemin olsun Kur’an’da Allah’ın bil¬dirdiği hükümle¬rin tamamına uymak, namaz gibi ibâdettir. Nasıl ki namaz konusunda Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm koyma yetkisi yoksa, diğer konu¬larda da hiç kimsenin hüküm verme yet¬kisi yoktur. Allah öğle nama¬zını dört rek’at olarak tayin buyurduğu halde bu namazı beş rek’at kı¬lacaksınız diyenlere itaat eden kişiler, nasıl ki Allah’ı bırakıp bu emri verenleri ilâh kabul etmişlerse ay¬nen bunun gibi boşama yetkisini er¬kekten alıp kadına veya dev¬lete vererek Allah’ın hükmünün dışında hükmedenlerin hükümle¬rini kabul edenler de bunarı ilâh kabul etmiş¬ler demektir.
Allah, kocası tarafından boşanmış kadınların üç kuru’ müddeti iddet beklemesini emrettiği halde veya kocası ölen kadınların dört ay on gün beklemelerini emrettiği halde Allah’ın hükmünü değişti¬rip, ha¬yır kadın hemen evlenebilir, diyenlere itaat edenler de bunları İlâh kabul etmişler demektir. Allah’ın hükümleri dışında hüküm veren¬ler kim olurlarsa olsunlar, kim olurlarsa olsunlar reddedilmesi gereken tâğutlardır.
Her kim de bu tâğutları reddetmez ve yalnız Allah’a yapıl¬ması gereken kulluğu bu tâğutlara da ayırarak onları İlâh kabul ederse; bunlar Allah için ganitiyn olarak durmayan insanlardır. Al¬lah’la birlikte başkalarına da itaat eden müşrikler demektir. Na¬mazda hiç mesaj al¬ma¬yan, ya da namazda aldıkları mesajı ha¬yatlarına aktaramayan in¬sanlar demektir.
BÜYÜK KUR’AN TEFSİRİ (238) «Namazlara ve ortanca namaza dikkat ediniz.»
Namazlara vakitlerinde ve daimi kılmak suretiyle dikkat edilir. Yavrular ile hanımlardan bahseden hükümlerin yanında namazlar¬dan bahsetmenin nedeni şudur. O meseleler ile meşguliyet namazı ih¬mal ettirmesin. Zira namaz dinin direğidir. Ortanca namaz, namazla¬rın arasında bulunan veya namazların en üstünü olan, namaz demek¬tir.
Bu namaz, ikindi namazıdır. Zira Allah’ın Resulü (S.A.V.) Ahzab (Hendek Savaşı) günü «Bizi ortanca namaz olan ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerine ateş doldursun!» buyurdu. Fazileti, o anda halkın çok meşgul olmasından veya meleklerin o anda bir ara¬ya gelmesinden ileri geliyor.
Başka bir tefsire göre; ortanca namaz, öğle namazıdır. Zira öğle namazı tam günün ortasmdadır. Böylece öğle namazı halka en ağır geıen namaz olur. Bundan dolayı da en üstündür. Zira Allah’ın Resu¬lü (S.A.V.) «ibadetlerin en üstünü en meşakkatli olanıdır!)) buyurdu.
Diğer bir tefsire göre ortanca namaz, sabah namazıdır. Zira ikisi gündüzün ikisi de gecenin namazları bulunan dört namazın tam orta-sıdır. Gece ile gündüzün müşterek hududuna girmiştir. Bir de melek¬lerin gece nöbetini terkedip gündüz nöbetine başladığı zamandır.
Yine bir tefsire göre ortanca namaz, akşam namazıdır. Zira akşam namazı sayıca ortadadır ve gündüzün arkasından gelen ve tek rek’atlı namazın manasını taşıyan bir gündüz VİTRİ’dir. Başka bir tefsire gö¬re ortanca namaz, yatsı namazıdır. Zira bu namaz, gecenin başı ile so¬nunda kılınan akşam ile sabah namazlarının arasında bulunuyor.
Aişe validemiz (R.A.) «Allah’ın Resulü «Ves-salatil-Vustâ ve Sala-tii Asrı» (ortanca namazı ve ikindi namazını koruyunuz) diye oku¬yordu» dedi. Halbuki Ma’tuf (atfedilen) Mâ’tufun aleyh (üzerine atıf yapılan) in gaynsı bir şey olduğuna göre, burada ikindi namazı ayrı bir namaz, ortanca namaz ayrı bir namazdır. İkisi de faziletli olduğundan ikindi namazıyle beraber zikredilmiştir.
Bir kıraat da «Ves salatel-Vustâ» diye üstün harekesiyle okun¬muştur. Bu takdirde manası «ortanca namazı överim!» demek oluyor.
DİYANET TEFSİRİ
238-239. Kur’ân-ı Kerîm’in özgün üslûp ve tertibi içinde farklı konulan açıklayan âyetlerin arka arkaya geldiği de olmaktadır. Bu bağlamda evlenme, bo¬şanma, emzirme konulan açıklanırken arada, normal ve olağan dışı hallerde nama¬zın nasıl kılınacağı konusuna yer verilmiş, belki de bir önceki âyette tavsiye edi¬len bağışlama, takva, karşılıklı lütufkârlık gibi faziletlere erebilmek için gerekti bulunan manevî eğitimin en önemli aracının namaz olduğuna işaret edilmiştir.
Dinin direği, ibadetlerin başı olan namazın, müminin hayatıyla o kadar iç içe, o kadar vazgeçilemez, ihmal edilemez olması istenmiştir ki insanoğlunun her tür¬lü faaliyetine ara verdiği korkulu ve tehlikeli hallerinde bile namazın kılınması emredilmiş, ancak olağan dışı hal sebebiyle bazı kolaylıklar tanınmıştır.
Normal hallerde müminler, en değerli varlıklarını nasıl koruyorlarsa namaz¬larını da öyle koruyacak, yani hem eksiksiz hem de devamlı kılacaklardır. “Nama¬zın eksiksiz kılınması” (muhafaza), vücut, dil ve zihin hareketleriyle yapılan farz¬ları, vacip ve sünnetleri yerine getirmekle olur ve en azından farz ve vacip namaz¬ları geçirmemekle gerçekleşir. Namazla ilgili olan bu iki mükellefiyet dışında bir de kalple (zihin-duygu iş birliği ile) yapılan ve âyette “kunût” kelimesiyle ifade edilen huşu şartı vardır. Huşu namaz kılan müminin huzurunda bulunduğu rabbi-nin büyüklüğüne yaraşır bir saygı, kulluk ve itaat duygusu, kendini veriş, bütünüy¬le yöneliş şeklinde gerçekleşir ve hususuz namaz, ruhsuz ceset gibidir. Bu sebep¬ledir ki, “Namazları eksiksiz ve devamlı kılın” emrinden sonra “huzur ve huşu içinde” kaydı getirilmiştir.
“Orta namaz” (es-salâtü’1-vustâ) beş vakit namazdan biri olduğu halde -çün¬kü başka bir günlük farz veya vacip namaz yoktur- ayrıca zikredilmiş, ona daha zi¬yade ihtimam gösterilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber hayatta iken bu namazm hangisi olduğu konusunda ne bir soru sorulmuş ne de bu konuda tartışma yapıl¬mıştır. Muhtemelen sahabe, beş vakit namazın her birine “orta namaz” gibi önem verdikleri ve hiçbirini geçirmedikleri veya açıklamamakla beraber bildikleri için bu konuyu konuşmamışlardır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra orta namazın hangisi olduğu konusunda uzun tartışmalar yapılmış ve ortaya yirmi kadar farklı yorum ve tespit çıkmıştır. Yorum yapanlar ya “vüstâ” kelimesinin “en üstün” mâ¬nasından hareket etmiş ya da bu kelimenin “iki şeyin ortasında olan” mânasından sonuç çıkarmaya çalışmışlardır. Bu yorumlardan ve tespitlerden üçü hem daha çok konuşulmuş hem de delillerle desteklenmiştir. Buna göre orta namaz:
a) Sabah na¬mazıdır.
b) İkindi namazıdır.
c) Bütün namazlara Önem verilsin, hiçbiri geçirilme¬sin diye belirlenmeden bırakılmıştır.
Medine fukahasıyla onların hocaları olan bir kısım sahabeye göre orta namaz sabah namazıdır. Çünkü bu namazın önemi hakkında âyet ve hadisler vardır. Ay¬rıca bu namaz gece namazlarıyla (akşam ve yatsı) gündüz namazları (öğle ve ikin¬di) ortasında bulunmaktadır. İmam Mâlik ve bir rivayete göre Şâfıî de aynı tespi¬ti benimsemişlerdir.
Abdullah b, Mes’ûd, Hz. Ali, İbn Abbas gibi bir kısım sahabe, bazı hadisçi-ler, Ebû Hanîfe ve -bir başka rivayete göre- Şâfıî orta namazın ikindi namazı ol¬duğu sonucuna varmışlardır. Çünkü birbirini destekleyen birçok hadis ve sahabe ifadesi yanında, Hendek Savaşı’ndaHz. Peygamber’in “Orta namazdan yani ikin¬di namazından bizi alıkoydular. Allah kabirlerini ve içlerini ateşle doldursun!” sö¬zü bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Malikîler’den Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ise deliller çeliştiği ve tercih imkânı bulunmadığı gerekçesine dayanarak şu sonuca varmıştır: “Allah Teâlâ nasıl Kadir gecesini ramazan geceleri içinde, duaların kabul edildiği vakti cuma günü içinde, büyük günahları genel olarak günahlar içinde gizlediyse orta namazı da namazlar içinde gizlemiştir ki halk bütün ramazan gecelerini ihya etsin, bütün cuma günü dua ve zikirle meşgul olsun, bütün günahlardan kaçınsın ve namazların tamamını orta namaz olabilir düşüncesiyle kılsın!”
Şevkânî ilgili hadislerin açık ve güçlü desteğine dayanarak orta namazın ikindi namazı İbn Âşûr da bir kısım sahabe rivayetleriyle namazın fa¬zileti hakkındaki nakillere dayanarak sabah namazı olduğunu savunmuş¬lardır.
Nisa sûresinde (101-103) düşmanla karşı karşıya bulunulduğu, fiilen savaşıl- veva âni bir hücum tehlikesinin bulunduğu zamanlarda (bu mânada korku halinde) cemaatle nasıl namaz kılınacağı öğretilmişti. Konumuz olan 239. âyette ise savaşı da içine alan daha geniş çerçeveli tehlike hallerinde fertlerin kendi başları¬na namazı nasıl kılacakları anlatılmıştır. Çıkan sonuç namazın önemi, terkedile-mez oluşu, her hal ve şartta kılınması gerektiği ve şartlar namazın bir kısım farz¬larını ve vaciplerini yerine getirmeye müsait değilse mümkün olan şekilde (bazı farz ve vacipler eksik de olsa) kılınacağıdır. Namazın farz, vacip ve sünnetlerinin önemli bir kısmı vücut hareketleriyle yapılır ve bunlardan maksat namazın ruhu olan duygu, şuur ve Allah-kıü ilişkisine yardımcı olmalarıdır. Vücut hareketlerini yapmaya bir mani çıktığında bunlar terkedilebiiir ancak namaz terkedilemez. Çün¬kü onun ruhu olan ibadet şuuru (zikir) her durumda mümkündür.
ESBAB-I NÜZUL TEFSİRİ 238. Namazlara ve orta namaza devam edin, Allah ‘in divanına tam bir huşu ve tâatle durun.
Zeberkan’dan rivayet ediliyor: Zeyd ibn Sabit Kureyş’ten bir topluluğa uğ¬ramıştı. Ona “Salât-ı vustâ*’nın hangi namaz olduğunu sordular. O da “Öğle namazıdır.” dedi. İçlerinden iki kişi kalkıp Üsâme ibn Zeyd’e vardılar ve ona da “salât-ı vustâ”nın hangi namaz olduğunu sordular. Üsâme: “O öğle namazıdır.” diye cevap verip şöyle devam etti: “Allah’ın Rasûlü (sa) öğle namazını günün ortasında sıcağın şiddetli olduğu zamanda kıldırırken arkasında ya bir, ya iki saf olur; insanlar ya kaylûle uykusunda ya da ticaretlerinde olurlardı. Allah’ın Rasûlü (sa): “Düşündüm ki bu namaza gelmiyenlerin evlerini üstlerine yaka¬yım.” buyurdu. Bunun üzerine “Namazlara ve orta namazına devam edin…” âyeti nâzîl oldu.
Müslim tarafından Zeyd ibn Erkam’dan rivayetle tahric olunan bir haberde o şöyle demiştir: Biz Hz. Peygamber’in arkasında namaz kılarken konuşurduk. Kişi namazda, yanındaki arkadaşı ile konuşurdu. Ne zaman ki “Allah’ın diva¬nına tam bir huşu ve tâatle durun.” âyeti nazil oldu, namazda susmakla
emrolunduk, konuşmamız da yasaklandı.
İbn Mes’ûd ve Zeyd ibn Erkam’dan rivayete göre ise şöyle demişlerdir: Biz, aynen kitab ehlinin yaptığı gibi namazda iken konuşur, selâm verir, selâm alır, kaç rek’at kıldınız diye sorardık. Allah Tealâ “Allah’ın divanına tam bir huşu ve tâatle durun.” âyetini indirdi de susmakla emrolunduk, konuşmamız yasaklandı.
NESEFİ TEFSİRİ 238 – Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin. Al¬lah içim huşu içinde ve O’na bağlı kalarak namaza durun.
“Namazlara ve (özellikle de) orta namaza devam edin.” Namazların vakitlerine, rükünlerine ve şartlarına titizlikle uyarak devam edin ve bu namazlar arasında fazilet ve derece bakımından daha üstün olan orta namaza devam edin. Burada, kelimesinin tekil olarak zikredilmiş olması ve aynı zamanda çoğul olan,üzerine atfedilmesi, fazilet ve derece bakımından tek olması içindir. Bu orta namaz da Ebu Hanife’ye göre ikindi nama¬zıdır. Nitekim cumhur da, Hz. Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Ahzab (Hendek) savaşı gününde söylediği hadise dayanarak bunun ikindi namazı olduğu görüşünü ortaya koymuşlardır. Hz. Peygamber (Sallaüâhu Aleyhi ve sellem) Ahzab gününde şöyle buyurmuştu:
“Bizi meşgul ederek orta namaz olan ikindi namazım kılmaktan bizi alıkoydular. Allah evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.”
Yine Rasülullah (Sallallâhu Aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar:
“Bu namaz, güneş batana kadar Hz. Süleyman’ın da alıkonulduğu bir namazdır.
Hz. Hafsa (Rddıyallahu Anha) annemizin mushafında ise bu, “Ve orta namaza ki bu ikindi namazıdır,” tarzında geçer. Çünkü bu namaz iki gece namazı ile iki gündüz namazı arasında yer alan bir namazdır. Bu namazın önemi ve faziletine gelince, ikindi vaktinin ticaretin, alışverişin yoğun olduğu ve uğraşıların çok daha fazla olduğu bir vakit olmasındandır. Ay¬rıca bu namazın öğle namazı olduğunu, çünkü bunun gün ortasında kılı¬nan bir namaz olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, bu namazın sabah na¬mazı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Çünkü sabah namazı iki gündüz namazı ile iki gece namazı arasında yer alan bir namazdır. Ya da bu na¬maz akşam namazıdır, çünkü akşam namazı dört rekath namazlar ile iki rekatlı namazlar arasında yer alan üç rekatlı bir namazdır ve bu namaz iki sessiz olarak kılınan namaz ile iki sesli olarak kılınan namaz arasında yer alan bir namazdır diye de yorumlamışlardır. Ya da bu namaz yatsı nama¬zıdır, diyenler de olmuştur. Çünkü bu iki vitir (tek kılman) namaz arasın¬da yer alan bir namazdır. Ya da bu vakti bilinemeyen herhangi bir na¬maz olabilir. Tıpkı Kadir Gecesinin kesin olarak bilinememesi gibi. Böy¬lece hepsini, yani-tüm namazları orta namazıdır niyetiyle kılıp eda etsin¬ler istenmiştir.
Allah için huşu içinde ve O’na bağlı olarak na¬maza durun. kelimesi burada haldir. Allah’a itaat eder ve hu¬şu içinde hareket eder halde namaza durun, demektir. Ya da kıyamınız¬da, ayakta iken Allah’ı anarak namaza durun, demek olabilir. Çünkü ku-nut mana olarak, Allah’a ayakta zikretmek, anmak veya namazda kıyamı (ayakta durmayı) uzatarak, manasına gelir.
SAFVETÜ-T TEFASİR 238. Namazlara, ve orta namaza devam edin. Alla¬h’a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.
239. Eğer (herhangi bir şeyden) korkarsanız (na¬mazlarınızı) yaya giderken veya binek üzerinde (kılın). Güvene kavuştuğunuz zaman, bilmediklerinizi Allah’ın size öğrettiği şekilde, Allah’ı anın.
240. İçinizden ölüp de dul eşler bırakan kimseler, eşlerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, kendiliklerinden çıkıp gider¬lerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden size bir günah yoktur. Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.
241. Boşanmış kadınların, makul ölçüde koca¬larından yararlanma hakları vardır. Bu, müttakiler için bir vazifedir.
242. Allah size işte böylece âyetlerini açıklar ki, düşünüp hakikati anlayasmız.
Âyetlerin Öncekilerle Münasebeti
Namaza devam etmeyi emreden âyetler, aile ve boşanma veya diğer sebeplerle ayrılma esnasında eşlerin biribirleriyle olan münasebetleriyle ilgili hükümler arasında yer aldı. Bunun büyük bir hikmeti vardır: Yüce Allah, boşandıktan sonra eşlerin biribirlerine karşı bağışlayıcı, müsama¬hakâr davranmalarını ve biribirlerine iyilik ve ihsanda bulunmayı unutma¬mayı emrettikten sonra namaza devam etme emrini açıkladı. Çünkü na¬maz, dünya gam ve kederlerini unutmak için en iyi vesiledir. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) üzücü bir olayla karşılaştığında hemen namaz kılmaya başlardı. Boşamak kin ve düşmanlığa sebep olur. Namaz ise iyilik ve müsa¬mahaya davet eder, kötülük ve çirkin hareketlerden de alıkor. İşte bu, insan ruhunu terbiye etmek için en üstün yoldur. ]
Kelimelerin İzahı
Devam ediniz demektir. Muhafaza, bir şeye devam etmek de¬mektir.
Vusta, kelimesinin müennesidir. Bir şeyin vasatı onun iyisi ve dengelisi demektir. Rasulullah (s.a.v. )’i öven bedevi Arap şöyle der:
Ey, övünmede insanların en mutedili, ve en şerefli anne ve babaya sa¬hip olan!
Kunut lügatte bir şeye devam etmektir. Kur’an-ı Kerim bu tabi¬ri özellikle boyun eğerek ve tevazu ile itaata devam etme mânâsında kul¬lanmıştır. Yüce Allah: “Boyun eğerek ve tevazu ile Rabbine itaata devam et buyurmuştur.
Ayakları üzerine duran mânâsına olan râcil kelimesinin ço¬ğuludur. Râğıb İsfehanî şöyle der: “Ayakla yürüyen mânâsına olan râcil ke¬limesi, ayak mânâsına olan “rici” kelimesinden türetilmiştir. İyi yürüme¬yen kimse için denilir.]
Rükbân; at, hayvan ve benzeri bineklere binen mânâsına gelen “râkib” kelimesinin çoğuludur.
Âyetlerin Tefsiri
238. Ey mü’minler! Namazları, özel¬likle ikindi namazını vakitlerinde kılmaya devam ediniz. Çünkü melekler namaz vakitlerinde hazır bulunurlar. Boyun eğerek ve tevazu ile Allah’a ibadet ve itaata devam edin. Yani, Allah için huşu içersinde na¬mazınızı kılın.
///
BASAİRU’L KUR’AN, BÜYÜK KUR’AN TEFSİRİ ,DİYANET TEFSİRİ, ESBAB-I NÜZUL TEFSİRİ, NESEFİ TEFSİRİ, SAFVETÜ-T TEFASİR i gibi tefsirler orta namaz “kalp namazıdır” gibi bir açıklama yapmamışken, Hz Muhammed’in (SAV) açıklaması doğrultusunda ikindi namazında (işittik itaat ettik diyerek kalpleri ile) çoğunlukla mutabık kalmışken, siz orta namaz kalbin namazıdır gibi ne bir ayet ne bir hadis yokken nasıl böyle bir iddiada buluna biliyorsunuz.
BeğenBeğen
“Şeriat namazı&tarikat namazı” diye size veya sizin gibilere bu ayrımı yapma yetkisini kim verdi. Böyle açıklamalar yapmanın ne manaya geldiğinin farkındamısınız, bence samimiyetsizliğinizi gösteriyor.
Hiçbir ayette ve hadiste duymadım tarikat namazı şeriat namazı diye ayrı ayrı namaz lar olduğunu. Desenize Peygamberimiz (SAV) ve sahabelerde mahrum kaldı aksi halde peygamberimiz (SAV) söylerdi hep beraber kılarlardı. Demekki size göre peygamberimiz (SAV) şahitliğini tebliğini tam yapmadı din tamamlanmadı ki 250 yıl sonra sizler tamamladınız öyle mi?
BeğenBeğen
Kur’an da Fatır 35/29 açık, bakın teşbihede gerek yok. Tefsirler senden yana benden yana diye hiç bir ayrım yapmadan iletiyorum.
BESAİRUL KUR’AN 35/29. “Allah’ın Kitabı’na uyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarf edenler, tükenmeyecek bir kazanç umabilirler.”
Allah’ın kitabını okuyanlar, kitabı izleyenler, kitapla beraber olanlar, kitaba tabi olanlar, bu kitaptan hesaba çekileceklerini bilerek gece gündüz bu kitabı tanımaya, hayatlarını bu kitapla düzenlemeye çalışanlar, kitabı düşünenler, kitap üzerinde kafa yoranlar… Bu kitabın istediği şekilde namazı ikame edenler, namazla kitabın kıraatini ve kıyamını gerçekleştirenler, namazla Allah’tan mesaj alanlar, namazla kitabı, namazla hayatı ayağa kaldıranlar, imanlarının direğini dikenler, namazla hayatı özdeşleştirenler, namazı Allah’a doğrultanlar, hayatlarını Allah’a yönelik kılanlar, namazla kulluklarını ayağa kaldıranlar…
İşte kitabı izleyenler, kitapla beraberliklerini sürdürenler, böyle namaz kılanlar, namazda aldıkları mesajı Allah kullarına duyurma kavgası içine girenler, kendilerine Allah’ın verdiği rızıktan gizli ve açık, Allah yolunda, Allah rızası uğrunda sarf edenler, infak edenler, hayatlarında delik açanlardır.
İnfak, ‘delik açmak’ demektir. Hayatımızda delik açmalıyız. Çünkü hayat bize verilmiş bir rızıktır. Vücudumuz bir rızıktır. Mallarımız, mülklerimiz, paralarımız, pullarımız, giydiklerimiz, gücümüz, kuvvetimiz, sağlığımız, bilgilerimiz, aklımız, fikrimiz rızıktır. İşte bunlardan birer delik açıp, onları sürekli bize veren Rabbimizin emrettiği yolda akıtıp duracağız. Tüm sahip olduklarımızdan bir şeyleri infak edeceğiz ve bunu açık da yapacağız gizli de. Her ikisinin de yasaları belirtilmiştir. Yeri geldiği zaman bazen infakın açıkça yapılması güzeldir, farzdır, yeri geldiği zaman gizli yapılması güzeldir. Bazen de yerine ve zamanına göre hem açık, hem de gizli yapılabilir. Bunu kitabımız ve onun pratiği olan Rasulullah Efendimizin sünneti tarif etmiştir. Örneğimiz nasıl onaylamış, nasıl örneklemişse, aynen onun gibi yapacağız.
İşte böyle yapanlar, böyle yaşayanlar, Allah’ın kitabını izlemeye devam edenler, kitapla beraberliklerini sürdürenler, Allah’ın istediği şekilde namazlarını ikame edenler, Allah’ın kendilerine verdiklerini Allah kullarıyla paylaşma kavgası içinde olanlar, işte bunlar, bu âlimler asla batmayacak, ebediyen kaybolmayacak, zâyi olmayacak bir ticaret, bir kâr umarlar.
Bunlar hiçbir zaman bitip tükenmeyecek bir ticaretin peşine düşen kimselerdir. İşte hayatları, çabaları, ticaretleri, hizmetleri kabul edilip, hayatları bereketlendirilenler bunlardır. Elbette Allah’tan en çok ittikâ edenler, Kur’an’ın bilincine eren âlimler olunca, elbette Allah’ın lütfuna en çok mazhar olanlar da onlar olacaktır. İşte gerçek ticaret, gerçek kazanç budur. Kâfirlerin, müşriklerin, münâfıkların ticaretleri yalandır, yanlıştır. Onlar âhireti satarlar, dünyayı alırlar, cenneti satarlar, cehennemi alırlar. Mü’minlerse canlarını, mallarını ortaya koyarak cenneti ve Rahmân’ın rızasını, Rahmân’ın hoşnutluğunu satın alırlar. Gerçekten bu alışveriş tebrike şayan, kazançlı bir alışveriştir.
BÜYÜK KUR’AN TEFSİRİ 35/29- Allah’ın Kitabını okumaya devam edenler, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda gizli ve açık harcayanlar hiç tükenmeyecek bir ticareti umarlar.
«Allah’ın Kitabı’nı okuyanlar..,», yani kitabın okunması kendileri için bir ayırdedici nitelik olanlar. Kitaptan maksat Kur’an’-dır. Abdulgani bin Said Sakafi, tefsirinde îbn Abbas’tan şöyle rivayet ediyor: SÖzkonusu bu ayet Hüseyin bin Hars bin Abdulmutta-lib hakkında nazil olmuştur. Her ne kadar sebebi nüzulü özel ise de bahsin umumuna itibar edilir. Bunun için Süddi «Kur’an ı okuyanlar hakkında nazil olmuştur» diyor. Onlar Rasûlullah’m sahabi-leriydi. Ata «Onlar bütün müminlerdir» diyor. Ki Ata’nın görüşü daha kuvvetlidir. Çünkü bütün müminler sözkonusu olduğu zaman sahabeler birinci sırayı alırlar.
Bazıları ayeti «Allah’ın Kitabı’nı okumaktan maksat, ona tabi olurlar, içindekilerle amel ederler demektir» şeklinde yorumlamışlardır. Zira bu kimseler ifadeyi, okunan nesneye tâbi olma veya okumanın kendisini amel etmeye muttali kılması mânâsına almıştır. Çünkü okumak mücerred olunca pek fazla anlam taşımaz. Varid olmuştur ki nice Kur’an okuyan vardır ki Kur’an onlara lanet eder,
«Namazı ikame ederler. Kendilerine rızik olan verdiğimizden gizli ve açık olarak infaJc ederler»; yani gizli ve açıktan infak etmeye devam ederler. Yani nasıl tesadüf ederse o şekilde infak etmişlerdir. Mutlaka anlamda gizli veya açık bir hedefleri yoktur.
Bazıları «Gizli infaktan maksat sünnet olan sadakadır. Açık infaktan maksat da farz olan zekâttır» demişlerdir.
«Onlar kendilerine Allah tarafından verilenden infak ederler» tabirinde onların israf etmediklerine ve ellerini tamamen açmadıklarına işaret vardır. Övgü makamı da bunu iş’ar etmektedir. Yani onlar helâl malı araştırmış ve elde etmişlerdir. Mutezile’ye göre rızik sadece helâl mala denir. Azamet zamirine fiilin isnad edilmesi de buna en uygun olanıdır. «Rızik, helâl ve haramın hepsini kapsar» diyenler, azamet nununa fiilin isnad edilmesi tazim ve infaki teşvik etmek içindir diyorlar. Onlar yaptıkları taatler ile kesada uğramamış veya helak olmamış bir ticareti umarlar. Cenab-ı Hak’-kın onlardan bu şekilde haber vermesi onların hiçbir zaman ticaretlerinde fesada uğramayacaklarına işaret eder. Onlar daima ta-atleri işleyecekler, kalpleri de daima taatlerin kendilerinden kabul edilip edilmediği hususunda korku içerisinde olacaktır.
Bazıları «Ticaret burada iaat ve sevabı elde etmekten kinayedir» demişlerdir
El Camiuli Ahkamil Kur’an 35/29- Muhakkak Allah’ın Kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler, asla durgunlaşmayacak bir ticaret umabilirler.
30. Tâ ki mükâfatlarını tastamam versin. Hatta lutfundan onlara fazlasını da versin. Çünkü O, Gafurdur Şekurdur.
“Muhakkak Allah’ın Kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak edenler…” ayeti, ilmiyle amil, namazı farzıyla ve nafilesiyle dosdoğru kılan, Kur’ân okuyanların ve aynı şekilde gereği gibi infak edenlerin durumunu dile getiren bir âyet-i kerîmedir. Kitabımızın mukaddimesinde Kur’ân okuyucusunun sahib olması gereken ahlaka dair açıklamalar (Kur’ân hamili, kimliği ve ona düşmanlık eden ile ilgili rivayetler, adlı başlıkta ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
“Asla durgunlaşmayacak bir ticaret umabilirler” buyruğu hakkında Ahmed b. Yahya şöyle demektedir: “Muhakkak”ın haberi “umabilirler” anlamındaki buyruktur.
“Hatta lutfundan onlara fazlasını da versin” buyruğu hakkında denildiğine göre, buradaki “fazlalık” âhiretteki şefaattir. Bu bir başka âyet-i kerîmedeki şu buyrukları andırmaktadır: “(Bunlar) kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah’ı anmaktan, namazdan, zekatı vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir… ve onlara lutfundan fazlasıyla verecektir.” (en-Nur, 24/37-38)
en-Nisa Sûresi’nin sonlarındaki şu buyruğa da benzemektedir: “İman edip salih ameller işleyenlere gelince, onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek, hem de lütfundan onlara fazlasını verecektir.” (en-Nisa, 4/173) Nitekim bu hususları orada açıklamış bulunuyoruz.
“Çünkü O” günahları bağışlayan “Gafurdur” ihlasla yapılmış ameli az dara olsa kabul eden ve ona pek çok mükâfatlar veren “Şekurdur.” [52]
Esbabı nüzul 35/29. Şüphesiz ki Allah ‘in kitabını okuyanlar, namaz kılmış olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden gizli ve açık infak etmekte bulunanlar; işte bunlar bitmez tükenmez bir ticareti umabilirler.
Abdülğanî ibn Saîd es-Sekafî’nin Tefsir’inde İbn Abbâs’tan rivayetle tahricine göre bu âyet-i kerime Husayn ibnu’l-Hâris ibn Abdülmuttafib ibn Abdi Menâf el-Kuraşî hakkında nazil olmuştur.[5] Allah’tan haşyeti yüzünden okunan Hz. Ebu Bekr hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir.[6]
Diyanet Tefsiri 35/29. Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı özenle kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için gizli açık harcayanlar, asla zararla sonuçlanmayacak bir ticaret umabilirler.
SAFVETÜ-T TEFASİR 35/29. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında Kur’an okumaya devam edenler ve namazı vakitleri içersinde huşuu, âdabı, şartları ve rükünleriyle edâ edenler, Mallarının bir kısmını, Allah yolunda ve O’nun rızasını kazanmak maksadıyle, gizli ve açık olarak harcayanlar var ya, işte onlar, bu amellerin karşılığında kazançlı bir ticaret umarlar. Ki bu ticaret asla kesada uğramaz ve zararla yok olmaz. [76]
///
Yeterli galiba budan şu sonucu çıkartırız, Kur’an-ı okuyanlar (ilmiyle amil olanlar, yaşayanlar, uyanlar, ikame edenler) namazı dos doğru kılar (Kur’an-a uymayanın, onu okumayanın (ikra) namazı nasıl doğru namaz olur), namazı kılanlar infak ederler zaten namazı dos doğru kılmayanın infakı Alllah için değildir tersinden gidersek infak edenler namazı dosdoğru kılanlardır; infak sürekli olduğu için infak edenler sürekli dos doğru namazla bağlantı halindedirler, namazın gereğini yapıyorlardır çünkü. Dos doğru namazla daima bağlantı halinde olanlarda Kur’anla bağlantı halinde dirler şeriatla bağlantı halindedirler.
Kuran’la cihad etmeniz dileğiyle…Furkan 25/52
BeğenBeğen
Şeriat namazı&tarikat namazı” diye size veya sizin gibilere bu ayrımı yapma yetkisini kim verdi. Böyle açıklamalar yapmanın ne manaya geldiğinin farkındamısınız, bence samimiyetsizliğinizi gösteriyor.
Hiçbir ayette ve hadiste duymadım tarikat namazı şeriat namazı diye ayrı ayrı namaz lar olduğunu. Desenize Peygamberimiz (SAV) ve sahabelerde mahrum kaldı aksi halde peygamberimiz (SAV) söylerdi hep beraber kılarlardı. Demekki size göre peygamberimiz (SAV) şahitliğini tebliğini tam yapmadı din tamamlanmadı ki 250 yıl sonra sizler tamamladınız öyle mi?
Diyorsunuz. Andolsun ki insanları cehenneme sürükleyecek olan dilleridir.
Bilinmeli ki kardeşim, şeriat namazı tarikat namazı, bu aciz münazaracının kendi heva ve heveslerine göre uydurduğu bir ayrım değildir. Sizin “namaz” ile ilgili sorunuza cevaben, aklıma ve kalbime şu fikir düştü: “Acaba gerçek bir yanıt mı arıyoruz, yoksa gayemiz bilgiçlik mi taslamak?”
Düşündüm sonra. Dedim ki kendime, “Eğer ki S kardeşim namaz ile ilgili gerçek bir yanıt arıyorsa, ona en güzel, en doğru yanıtı vereyim”.
Sonra fark ettim ki, namazın derin maneviyatı hakkında aciz Numan’ın hiçbir sözü olamaz. “Namaz hakkında güzel bir izahı Abdülkadir Geylani yapar” dedim. Daha önceden okumuş olduğum Geylani’nin “Sırru’l Esrar: Sırların Sırrı” kitabını elime aldım ve “Şeriat ve Tarikat Namazı” başlıklı bölümü, S kardeşim için yazayım, hem ben, hem o, hem de diğer arkadaşlar istifade eder diye düşündüm. [Gelenek Yayınları, Sırru’l Esrar:Sırların Sırrı, Şeriat ve Tarikat Namazı, syflr:68-70]
Nereden bilecektim S kardeşimin Abdülkadir Geylani’yi bile reddebileceğini? “Size veya sizin gibilere bu ayrımı yapma yetkisini kim verdi” diye Geylani’den hesap sormaya cesaret edebileceğini?
İlk yanıtımda yazdığım sözlerin tamamı Geylani’ye aittir. Benim yaptığım sadece günümüz türkçesi ile anlaşılması güç olan sözcüklerin ingilizce ve arapça karşılığını yazmaktan ibaretti.
Geylani sadece şeriat namazı tarikat namazı ayrımı yapmaz, şeriat orucu ve tarikat orucu, şeriat haccı ve tarikat haccı ayrımlarını da yapar. Peki bu ayrımlar sahabe döneminde niye yapılmadı? Acaba sebebi ne idi? Geylani kendi hevesine göre mi bu ayrımları yapıyordu?
Aciz bir yanıt olarak şu denilebilir mi acaba: Sıfatlarından biri Batın olan Allah Sahabe için öyle Zahir ve öyle apaçıktı ki! Ve sıfatlarından biri Zahir olan Allah öyle Batın öyle içteydi ki!
Gelgelelim, sahabeden altı nesil sonra artık gözler için Hakikat öyle gizli, öyle batın idi ki! Hey hat! Nice Velî’nin yaşadığı döneme bak! Gözler Hakikat’in Zahir’i ile Batın’ı arasında bir ayrım yapıyor!
“Andolsun ki benden sonra nur dalga dalga azalacaktır”
Daha Geylani döneminde nur azalmaya başlamış ve Geylani inceden inceden körleşmeye başlayan gözlerdeki perdeleri kaldırmamamız için, kalplerimizdeki lekeleri arındırmamız için uyarıyor! Peygamberin vefatından oldukça kısa sayılabilecek bir zaman geçmiş. Hakikat Zahir olmaktan çıkmaya, Gizlenmeye, samimi olmayan kalplere görünmemeye başlamış. Ve Hakikat kimisi için Batın,Görünmez olmuş.
Hey Hat! Sene 2009. Şimdi bulanık da olsa, o Hakikat’i Zahir olarak gören kaç kişi var?
BeğenBeğen
s.a.
Münazaramız inşaalah sizlere ve diğer kardeşlere fayda verir.
Kendim yazmıştım ama vazgeçtim.
BeğenBeğen
“Ve elçi dedi ki:”Rabbim gerçekten benim kavmim-ümmetim, Bu Kur’an-ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar”. Furkan 25/30
Yukarıdaki ayeti iyice düşününüz.
Mesela A.Kadir Geylani bu gruba girer mi?
///
TASAVVUF HALÜSİNASYON
Tasavvufun çok zayıf temellere dayanan düşüncelerden meydana geldiğini açıklayan bir yazı.
Düşünen insan, yaratıldığından bu yâna, varlık, hayat, ölüm ve ölüm sonrasının mahiyetini şiddetle merak etmiştir. Bizzat içinde yaşadığı bu serüveni, izaha çalışmıştır.
Peygamberler ile gelen ilahi vahye iman edenler bu -beyni tırmalayan- soruların cevaplarını en doğru, en net biçimde bulmuştur. Rabbine iman eden insan, gavurlar için cinnetle sonuçlanan problemlerini halletmiş, dingin ve itminan bulmuş bir kalbe kavuşmuştur. Bu temel soruların nedenlerini, niçinlerini kavramış, idrak etmiş ve apaçık belirlenmiş (Allah’ı razı ederek, cennet’e ulaşmak gibi) bir hedefe doğru vahyin kılavuzluğunda yürümüştür.
Bütün temel sorularını, İlahi haberlerle çözen mümin’e mukabil; vahye arkasını dönen insan ise bu sorulara cevap aramak için- pekçok felsefe ve görüşler geliştirmiştir. İlmî hiçbir dayanağı olmayan bu faraziyelerden biri de tasavvuf ve onun özünü oluşturan vahdet-i vücûd hezeyanıdır.
Tasavvuf; bütün kurumları, ürettiği düşünceleri, yöntemleri, akaid ve ibadet biçimleri itibariyle, antik dönemlerden itibaren süregelen, nev-i şahsına münhasır, felsefî bir akımdır.
Esasen, tasavvufun tamamen hayale dayalı, akıl ve mantıktan uzak, yoğun mistik yüzü hesaba katılırsa, onun, aklî ve tecrübî bir dayanağı olan felsefe kadar bile haysiyeti olduğunu iddia etmek zordur. Zira feylesof, aklî, mantikî olmayanı reddetmeyi düstûr sayar. Oysa tasavvufî ekol akla düşmandır, düşünmekten men eder.(1)
Sofî, akıl ve vahiy yerine, kendisinin de izah edemediği, aşk, hâl, iç deneyim, keşf, marifet, ilham, cezbe gibi şeytanî mi, Rahmani mi olduğunu bile tesbit edemediği halüsinasyonların, hezeyanların adamıdır.
O halde, yukarıda sözünü ettiğimiz, temel sorulara cevap arayan insanoğlu, genel olarak üç ana çizgi üzerindedir, denebilir.
Birincisi; tüm sorularını İlahi vahiyle en kesin şekilde halleden mü’minler…
İkincisi; vahye gözünü yumarak, akıl ve idrakle tüm sorunlarının cevabını bulacağına inanan filozoflar (Rasyonalistler).
Üçüncüsü; vahye ve akla arkalarını dönerek, çile, riyazet, inziva ve duygularda yoğunlaşarak, aşk’la gerçeği bulacağını vehmeden, şizofrenler. Öyle görünüyor ki, insanlık var olalı beri bu yöntemleri kullanagelmiştir.
Bir müslüman olarak, buraya kadar anlattıklarımda, benim yadırgadığım, rahatsızlık duyduğum ya da beni doğrudan alâkadar eden bir anormallik yok. İman ve inkâr İlahi iradenin doğal bir sonucudur. Hatta hayal gücü gelişmiş sofi’yi de bir oranda doğal bulabiliriz. Ancak; kökleri çok eski dönemlerde olan sufiliğin (Mistizm’in) İslam’a maledilmesi, hatta İslâm’ın tasavvufa maledilmesi, benim problemimin başladığı noktadır. Ve bu yazının kaleme alınış nedeni de budur.
İslâm’la kök olarak, mahiyet ve keyfiyet olarak benzerliği bir yana, taban tabana zıt olan bir dinin ‘İslâm’ın özü” olarak tanıtılması büyük felâkettir. Büyük oranda müslüman okur-yazar takımına da bulaşan bu kiri temizlemek her mümin’e vazifedir.
Tasavvufun İslâm’la bir bağının olup olmadığını ve ne kadar ayrı şeyler olduğunu anlamak için kısaca, tarihçesinden söz etmek yararlı olur.
Bu konuda araştırma yapan herkesin malûmudur ki, tasavvuf çok eski kökleri olan kadim bir dindir.
Antik Yunan, Hind ve Mısır toplumlarında yaşayan dini inançların, tasavvuf adlı mistik anlayışın menşei olduğunu görmek zor değildir. Yine yahudi ve hristiyan toplumlarda yaşayan mistisizmle tasavvuf arasında tam bir mutabakat olduğu görülmektedir.
Pisagor, Sokrat ve Eflatun’un Yunan mistisizminin bilinen ilk temsilcileri olduğu kaydedilmektedir.
Platon’un; ‘Vücüd alemine çıkan şeylerin, Allah’ın ezeli sıfatlarından ibaret olduğu… Allah’ın vücudundan ayrı bir vücuda sahip olmadıkları…’ şeklindeki düşünceleri (2) vahdeti vücudun kökleri hakkında bilgi vermektedir.
Hinduizm (Brahmanizm)’in kutsal kitabı olan Vedalar’ın tefsiri sayılan Vadenta’nın öğretilerinin temel itibariyle vahdet-i vücut’tan ibaret olduğu da konunun uzmanları tarafından kaydedilmektedir. (3)
Brahmanizm’in bir uzantısı olan Budizm de, inziva, riyazet ve çileyle ‘Nirvana’ya ulaşmanın mümkün olabileceğini iddia etmektedir ki; ‘nirvana’, sofilerin ‘fenafillah’ olarak adlandırdıkları hayali mertebeyle, tıpatıp örtüşmektedir.
Eski Mısır’da da, bugünkü tasavvuf ve tarikatlarla tamamen benzerlik gösteren kurumsal ve akidevi bir yapının olduğu dikkat çekmektedir. Hermes Toth’un Mısır mistisizmi’nin banisi olduğu söylenmektedir.
Yine Yahudi topluluklarda, çile, riyazet, aşk gibi tasavvufi motiflerin temelleri görülmektedir.
En ücra ve ulaşılmaz mekanlarda manastırlar, kiliseler inşa ederek, dünyadan el-etek çekerek münzevi ve bekâr hayat yaşayan bir hıristiyan dervişle, sözde müslüman bir derviş’in ne büyük bir benzerlik arzettiğini görüp de şaşmamak mümkün değildir. (4)
Sufizmin karşılığı olarak kullanılan mistisizmin, ilk defa Piskopos Denys tarafından kullanıldığı söyleniyor. Denys, ‘hakka ancak aşk sayesinde ve aşkla ulaşabileceği… Aşk’ın bilginin yolu olduğu…’ şeklindeki sözlerini okurken, tasavvuf ulularının sözlerini dinler gibiyiz. Denys’in, ‘mutlak varlığın saklandığı perde, akılla değil, ancak aşk ile kalkabilir.'(5) sözleri de ilgi çekicidir.
Bunların yanısıra Acemlerin ve Türklerin İslâm’a girerken eski dinleriyle birlikte taşıdıkları tortuların, sofi ekolün oluşmasında önemli rol oynadığı biliniyor. Özellikle Bektaşi kültürü, şamanist çizgiler taşımaktadır.
Türklerin yerleşmesinden çok önce, Anadolu medeniyetlerinde Tanrı ve Kainat birliği düşüncesinin yerleşik olduğu ve bu iddiaların Herakletius ve Permenides tarafından ileri sürüldüğü yine araştırmacılar tarafından iddia edilmektedir.(6)
İSLÂM’A NE ZAMAN VE NASIL BULAŞTI?
Bilinen tarihi bile son derece eski çağlara uzanan vahdet-i vücud, uzlet, riyazet, çile, aşk gibi tasavvuf ve tarikatleri oluşturan anlayış ve tapınışlar, son Peygamberden yaklaşık iki asır sonra, ufak tefek makyajlarla İslama taşınmıştır.
Dikkat edilirse, tasavvuftaki üç-beş islâmi motif dışında, -esasları ve detayları itibariyle- büyük ekseriyetinin, yukarıda sözünü ettiğimiz İslâm dışı medeniyet ve dinlerden oluştuğu hemen farkedilir. Gerek akidevi, gerekse ameli konularda İslâm’a benzemez. Tam tersine İslâmla çelişen bir dindir.
Tasavvufî kirlerin, müslümanlara bulaşmasının pekçok nedeni sayılabilir: Hulefa-i Raşidin döneminin hemen ardından başlayan ve gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde süren kargaşa ve çatışmalara karışmak istemeyen müslümanlarm münzevi bir hayatı tercih edişleri… Büyük fetihler esnasında, yeni dinler ve medeniyetlerle karşılaşmanın getirdiği şaşkınlık… İslâm’ı kabul eden yeni kabile ve toplulukların eski dinlerinden getirdikleri artıklara İslâmi bir veçhe kazandırmaları. Meselâ; Feyz ve vahdet-i vücud’un Eflatunculuktan, İttihat ve Hulul’ün hıristiyanlıktan, cezbe, sekir (sarhoşluk) ve müziğin budizm’den geldiği kaydedilmektedir.(7)
Tasavvufun İslâm’a sonradan sürülen bir kara olduğunun önemli göstergelerinden biri de, bu hezeyanı İslâm’a taşıyarak sistemleştiren Cami, Attar, Sühreverdi, Bistami, Hallaç, Tebrizi, Rumi, Kuşeyri gibi sufizm’in imamlarının İranlı oluşlarıdır. Hinduizm’in yoğun şekilde etkisinde kalarak, vahdet-i vücut anlayışının yaygın şekilde kabul gördüğü düşünülürse, böyle bir sonuç yadırganmamalıdır.
Bütün bunlar tasavvufun, İslâmi zeminde yeşeren bir ekol olmadığını, tersine, İslâm’ın o berrak, anlaşılır ve anlatılır aydınlık yüzünü perdeleyen, batıl dinlerin atıkları olduğunu gösterir.
TAĞUT’LA SAVAŞMAK DURURKEN…
Hakkın yüzünü örten, en azından fulü bir görünüm veren, vehimler yumağı tasavvufun, İslâm dışılığı ortaya konurken, maruz kalınan itirazların en başta geleni ‘neden tağutla, şirkle, küfürle uğraşmıyorsunuz da, etliye sütlüye karışmayan, sofilerle uğraşıyor, müslümanları birbirine düşürüyorsunuz, şeklinde olandır.
İnsaf sahibi biri için; vahdet-i vücut inancı üzerine oturan sofi anlayıştan daha büyük tağut (tuğyan) olur mu?
Sofilerin baştacı ettiği eserlerde yüzlercesini bulabileceğimiz şu ifadeleri okuyarak, hangi tuğyanın daha büyük olduğunu birlikte düşünelim.
Mutasavvıfların Şeyhül Ekber olarak tanıdığı İbni Arabi’den inciler(!):
“Arif, Hakk’ı her şeyde gören, belki herşeyin kendisi olarak görendir,”
“Gören de O’dur, görülen de. Alem O’nun suretidir… Allah onların kendisidir.”
“O ortaya çıkanların kendisidir…” “Görülen ve isimlendirilen her varlık O’dur.”
“Yaratıkların sıfatları O’nun için hak olduğu gibi, O’nun sıfatları da yaratılmışlar için haktır.”
“Allah’ın rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için de haktır.”
“Emir O’ndan sana olduğu gibi, senden de O’nadır.”
“O bana hamd eder, ben O’na hamd ederim. O bana ibadet eder, ben O’na ibadet ederim.”
“O bütün kâinattır. O, vücudum, vücudu ile kaim olan tektir.”
“İnsan dediğimiz zaman bil ki, biz O’nun kendisiyiz… Hem hak, hem de halk ol, o zaman Allah ile Rahman olursun… Biz O’na bizde görünecek şeyi verdik, O da bize verdi. Böylece iş bize ve O’na bölündü.”
“Biz biz olduğumuz gibi O’yuz da. Benim iki yüzüm vardır, O ve ben…” (8)
“Hıristiyanlar ilahlığı sadece İsa ve Annesine hasretmekle yanıldılar…”(9)
İşte Şeyhül Ekber İbni Arabi’nin Allah inancı böyle.
Savunulması ve tevili mümkün olmayan bu sözleri yüzünden, bir kısım mutasavvıf, -takiye babında da olsa- Arabi’yi tasvip etmediklerini…. o’nun bu konuda aşırı gittiğini, dolayısıyla diğer tasavvuf imamlarının sözlerinden delil verilmesi gerektiğini savunuyorlar.
Bu tarz iddialara mahal vermemek için, şimdi de, diğerlerinden birkaç örnek verelim.
Sofilerce büyük bir itibara sahip olan, Abdulkerim el Cîlî:
“Zatı itibariyle yüce olan Hakk’ın ortaya çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O alemin zerrelerinde açığa çıkmıştır.” diyerek Arabi’yi teyid eder.(10)
‘Enel Hakk’ (Ben Allah’ım), ‘Mâfi’l cübbeti illaallah’ (Cübbemin içinde Allah’tan başka bir şey yoktur) diyen, Hallac-ı Mansur. ‘Subhani mâ’azama şâ’ni’ (kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim. Benim şanım ne yücedir) diyen, Beyazid-i Bistami… (Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah’tan başka kimse yoktur) diyen Cüneyd-i Bağdadî (11) hep İbni Arabi gibi, vahdet-i vücud denen küfrü teyid etmişlerdir.
Bu sebeple hiçbir sofi’nin, vahdet-i vücud’u reddetmesi veya vahdet-i vücud olmadan da tasavvufun var olabileceğini iddia etmesi mümkün değildir. Zaten bu dinin şarileri olarak kendilerini gören yukarıda adını saydığımız zevat “Bizden sonra hiç kimse, bizim yolumuzun dışına çıkamaz” diyerek, farklı yol ve yorumların önünü kapatmışlardır.
Bu sebeple, sıkıştıklarında, ‘efendim, biz öyle anlamıyoruz… Biz tasavvuf derken şunu anlıyoruz… Biz onlara katılmıyoruz… gibi indî ve kaçamak ifadeler geçerli olmamalıdır. Zira her din, felsefe, ideoloji en sahih biçimde kendi kurucu ve koyucularından ve onların kitaplarından öğrenilir. Ve ilkeler, kurallar, tanımlar hep bu kitaplarla yapılır. Tasavvuf da mucitleri tarafından kurumlaştırılmış, kayda bağlanmış ve kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla bir sofi’nin sıkıştığında, Vahdet-i vücud’u biz de kabul etmiyoruz… Rabıtayı, istimdadı, gaybden haber verildiğini, şeyhler’in vahiyle kitap yazdıklarını biz de İslâmi bulmuyoruz, demeye hakları yoktur. Bunlar alınırsa tasavvuftan geriye birşey kalmaz. Nerde kaldı ki takiye’yi meşru gören sofilerin bu sözlerindeki samimiyete inanmak da zordur. Her sofi, eğer çok acemi, çok yeni değilse vahdet-i vücud’u benimsemek zorundadır.
Bu çarpık akide, mürid’e ürkütülmeden, uzun sürede azar-azar ve gizlenerek zerk edilir. Bu süreci temin edebilmek için de son derece şeytani ve sinsi bir yöntem uygulanır. Evvela ‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır'(12) denerek, bir şeyh’e bağlanmadan kurtulmanın mümkün olmadığı telkin edilir. Bir şeyh edinme mecburiyetine inandırılan mürid, bu defa da, “bir ölünün gassal’a teslim olması gibi, müridin şeyhine teslim olması”(13) gerektiğine inandırılır. Bundan sonra da, müridin şeyh karşısında, bütün insanî onur ve haysiyetinden vazgeçmesi demek olan, şeyh-mürid ilişkilerindeki adap, talim ettirilerek tarikat adabı şöylece öğütlenir:
‘Mürid şeyhe tazim göstermeli, açık ve gizli durumlarda onu büyük tanımalıdır.’
‘Maksud’un ancak onun eliyle gerçekleşeceğine inanmalıdır.’
‘İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhi’nin yaptığına itiraz etmemeli, “Niçin böyle yaptın” dememelidir. Çünkü şeyhine ‘niçin’ diyen kişi asla felah bulamaz.’
‘Zahiren şeyhden kötü bir durum sadır olabilir, fakat batini itibariyle o durum güzeldir.’
Ahmet Dede’nin, Celaleddin Rumi hakkındaki şu sözü de şeyhin mürid üzerindeki yetki ve tasarrufunu ortaya koyması bakımından ilginçtir: ‘Bugün cennete girmek onun rızasına, cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdır’ (İ. Sarmış Tas. ve İslâm Sh. 92).
“Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine ‘Şu fırına gir’ dese girmesidir.”
“Bir adam Beyazıd’ın müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi diye sordu. Mürid: şeyhim, dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu, yine Şeyhim dedi. O birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük şeyhin mi? dedi. Yine Şeyhim büyüktür dedi. En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka birşey tanımam.’ dedi. Başka bir müride de Tanrı mı büyük şeyhin mi? diye sordular. O da ‘bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur’ dedi. Yine müridlerden bir diğeri de: ‘Bu iki büyükten daha büyük biri lazım ki bu farkı ortaya koysun’ demiştir”(14)
Bu gibi şeytanı söz ve telkinlerle eli-kolu bağlanan mürid’e vahdet-i vücud herzesini yutturmaktan daha kolay ne olabilir?
VAHDET-İ VÜCUD KÜFÜR MÜ?
Yukarıda örneklerini verdiğimiz ifadelerden açıkça anlaşılmalıdır ki; vahdet-i vücud inancına sahip sofilerce, var olan herşey, Allah’ın bir parçasıdır, O’nun zahiri görüntüsüdür ve hatta ta kendisidir. Sözde zikir meclislerinin vazgeçilmez nakaratı ‘la mevcuda illallah’ sözü bunun en açık ifadesidir.
Bu söz Kur’an’ı yalanlayan bir sözdür. Kur’an, “O gökleri ve yeri yoktan yaratandır… O’nun benzeri hiçbirşey yoktur” 42/11 diyerek, kendisinin yaratan ve kendi dışındaki herşeyin yaratılmış olduğunu, üstelik bunların hiçbirinin kendisine benzer olmadığını belirtir. Esasen Kur’an’ın temel mesajı Hâlîk ile mahlukun vasıf ve ilişkilerini, duyurmak ve belirlemek değil midir?
Vahdet-i vücud, kendi parçalarından bir kısmını lanetleyen, cehennemde yakarak cezalandıran, hakaret eden bir ilah anlayışı getirir (52/24, 4/52, 118, 111/1-5, 74/19-26).
Vahdet-i vücud, gayta’tan şeytan’a, lağım faresinden -Ebu-Leheb’e, solucan’dan-Firavn’a, bir fahişeden-homoseksüele kadar herşeyin İlah olduğunu iddia etmektir.
Mevlâna ve Şems arasında geçtiği söylenen hadisede de görüldüğü gibi, Vahdet-i vücud, kadın kılığına giren Tanrı ile seviştiğini iddia etmektir. Ne gariptir ki; Allah’a söverek nara atan sarhoş bir sokak serserisini, öldürmeye-dövmeye kalkan sofî, Şems ile Mevlana arasında geçtiği söylenen şu hadiseyi kutsar veya sessiz kalır:
“Mevlana Şemsin yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun ile oynaşıyordu. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı koca oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems (Mevlâna’ya) içeri gel diye seslendi. Mevlana içeri girdiğinde Şems’ten başkasını görmedi. Kimya nereye gitti? dedi. Şems ‘Yüce Tanrı beni o kadar severki, istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya Hatun şeklinde geldi’ buyurdu. (15)
Şeyhül Ekber(!) İbni Arabi de “Allah’ın kadında müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir.” demiştir.
İmam Rabbani’nin Mektubatında, “Allah Teala’nın ismi zahiri o kadar çok tecelli ettiki, herşeyde ayrı ayrı göründü, hatta kadın şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu”(16).
Vahdet-i vücud; Allah’tan başka herşeye tapmayı meşru gören, hatta emreden bir dindir.
Şebusteri’nin şu sözlerine bakın: “Bu makamda put, aşk ve birlik mazharıdır… Onun için birlik, puta tapmanın ta kendisidir… Bütün var olan şeyler varlığın mazharları ve tecelli yerleridir. Onlardan biri de puttur. Mutlak varlık nerede varsa, ne ile zuhur etmişse o şey hayırdan ibarettir… Müslüman puta tapmak nedir bilseydi, dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı…”
Bu konuda Abdulkerim el-Cîlî şöyle diyor: “Zatı itibariyle yüce olan Hakk’ın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir”(17).
Beyazid-i Bistamî de: Allah’tan Allah’a çıktım. Nihayet ben de ‘Ey ben sen olan’ diye seslendi…
Çadırımı arşın yanına kurdum… Allah’ım! Senin bana itaatin, benim sana itaatimden daha büyüktür… Allah’a yemin ederim ki, sancağım Muhammed’in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır…. Beni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmenden daha hayırlıdır… Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmıştır”(18) diyerek, Allah’tan itaat bekleyen, Allah’tan daha hayırlı ve yüce olduğunu ifade eden şizofrenler’in dinidir tasavvuf.
(Zavallı Evrenosoğlu, herkesin ilahlık iddiasında bulunduğu bir mekânda büyük bir tevazu göstererek peygamberliğe razı olmuş, çok mu?)
Şimdi soruyorum; hangi akıl hâlâ bu sözlerin teviline yeltenebilir? hangi insaf sahibi; bu sözlerin teşbih olduğunu iddia edebilir? Hangi iman sahibi; bu sözlerin küfür olmadığını söyleyebilir?
Bu sözlerin gizli ve ince bir mânası vardır, bu yüzden batinî anlamları önemlidir.” diyerek savunanlara, muhterem Bahaeddin Bilhan Hoca şöyle derdi (25 yıl önce): “Birisi kalkıp anamıza, hanımınıza sövse; sonra da sizi yatıştırmak için; ‘aman efendim yanlış anladınız. Bu sözlerin batinî mânâsı, -anneniz nasıl, hanımınız afiyettedir inşaallah… Annenizin ellerinden öpüyor, hanımınıza hürmetlerimi sunuyorum..- demektir.-‘ dese ikna olur musunuz? Diye sorardı. Bunların sözlerinin hangi birini tevil edeceksiniz, hangi birini teşbih sayacaksınız ki?”
Bu saçmalıkları savunmakta güçlük çeken sofî takımı, bu defa da ‘bu sözler şathiyyattır… Sekir halinde söylenmiş sözlerdir.’ bu yüzden sahipleri mazurdur.” diyorlar. İyi de bu adamlar hiç mi ayık gezmemiş, kitapları sarhoş sözleriyle dolu. Hem bunlar sarhoş da, size ne oluyor? Sarhoşları savunmak size mi kaldı?
Evet, eğer bu sözler küfür değilse, küfür ve şirk denebilecek birtek söz ve davranış bulmak mümkün değildir. Bunlar küfür değilse küfür ne? Ben Allah’ım diyen, beni görmen Rabbini görmenden bin kere daha hayırlıdır’ diyen, ‘Kadın kılığına giren Tanrı’yla sevişiyorum’ diyen biri küfretmiyor da ne halt ediyor?
Anlaşılması güç bir durum da, müslüman entellektüellerin büyük bir bölümünde sufizm’in izlerine rastlanıyor olmasıdır. Dünya işleri olarak özetlenebilecek işlerde, son derece yetkin ve etkin oldukları halde, ne hikmetse, din işlerinde çoğu kez kendilerine, ümmi ve pek de akıllı olmayan bir Ruhban edinmekteler. Bu izahı zor bir çelişkidir. Okur-yazar ve sanatçı kesimin, ümmi ve az düşünen kişileri mürşit edinmeleri ya dinlerine, dünyaları kadar önem vermediklerinin ya da din ve dünya işlerinin sosyal alanda bile ayrılmazlığını iddia etmelerine rağmen, bireylerin bile laik olabileceği düşüncesinden mi kaynaklanmaktadır?
Yoksa Aydın Müslümanlar’ın (!) büyük bir kesiminde izlerine rastlanan tasavvufî temayül bir fantezi düşkünlüğü veya sahte bir tevazuun eseri mi sayılmalıdır?
DİPNOTLAR:
1- E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, Sh. 95-353 (Şeyhden izinsiz, Kur’an’ı Kerim okumamalıdır. Kur’an’ın manasını gözüyle mülahaza etmemelidir… Kur’an’ın manasını bile düşünmekten sakınmalıdır. (Müzekkin-Nufus Sh. 518-5191.)
2- İ. Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, Sh. 37
3- A.g.e. Sh. 34.
4- N. Kazançakis Allah’ın Fukarası (Roman) Bir hıristiyan dervişin hayat hikayesi olan kitap, bir sofi’nin yaşayışıyla tamamen örtüşüyor.
5- Prof. Dr. C. Sunar Tasavvuf Felsefesi ve Gerçek Felsefe.
6- E. Özkan, Tas. ve İslâm Sh. 2
7- İ. Sarmış, Tas. ve İslâm Sh. 45
8- A.g.e. Sh. 115-119-120
9- İktibas Der., Sayı: 104-Sh. 26
10- İ. Sarmış, A.g.e. Sh. 118
11 – Ömer Ziyauddin Dağıstani, Fetvalar – Sh. 79.
12- Beyazıd-i Bistamiye atf. İ. Sarmış, Tas. ve İslâm-Sh. 175.
13- E. Özkan, Tas. ve İslam – Sh. 85
14- İ. Sarmış, A.g.e. Sh. 177.
15- Ahmet Eflaki. Menakibul Arifin – 11/56/57. Haksöz Dergisi, Nisan 93
16- İmam Rabbani, Mektubat Terc. 1. Mektup
17- Haksöz Dergisi, Nisan 93.
18- Feridun Atlar, Tezkiretül Evliya 1/160.
BeğenBeğen
Sayın S, haddinizi fazla fazla aşıyor, hakkında hiçbir şey bilmediğiniz, büyük ihtimal sadece ismini duyduğunuz, hakikati konusunda zerre kadar bilgi sahibi olmadığınız tasavvuf hakkında, Cumhuriyet döneminden beri Türk rasyonalistlerinin tasavvuf konusunda zırvaladıkları argümanları savunmaya çalışıyor, yüzeysel malumatlardan öteye gitmeyen, bilgi değeri olmayan ve oldukça adi bir uslüpla dile getirilen iddialara dört elle sarılarak kendi itibarınızdan büyük büyük parçalar kaybediyorsunuz. Bilmediğiniz konularda konuşarak, büyüklük ve kibre kapılarak başkasını değil, sadece kendinizi küçük düşürüyorsunuz.
Siz Cüneyd-i Bağdadi’ye, Bayezid-i Bistami’ye, Mevlana’ya, Abdülkadir Geylani’ye ve sair büyük maneviyat üstadlarına sataşıyorsunuz. Siz onlara sataşmakla kalmıyor, onların gördüğü Hakikat’e “halüsinasyon”dur diyorsunuz, Siz İmam-ı Rabbani’ye “şizofren” diyorsunuz. Ey S, ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Sakın ola Halüsinasyon gören Mevlana değil de, sen olmayasın? Sakın ola şizofren olan İmam-ı Rabbani değil de, Hakikat’i modern hurafeler karşılığında ucuz bir fiyata satan sen olmayasın?
Siz Kur’an ve Peygamber’i Bistami’den daha mı çok sevdiğinizi zannediyorsunuz? Siz hiç Bistami’nin çocuk yaşlarda neler yaptığını biliyor musunuz? Gençliğini biliyor musunuz? Siz kendinizi Veli mi zannediyorsunuz?
Kur’an ve Peygamber’i bu büyük Veli’lerden daha çok sevdiğinizi zannediyor ve büyük bir yanılgının peşinden gidiyorsunuz. Hayır, siz sadece kendinizi aldatıyorsunuz. Siz nasıl bir vebal omuzladığınızın farkında mısınız?
Siz Hz. Muhammed’in kalbine indirilen Kur’an’dan ve Allah Katındaki İslam dininden bahsettiğinizi zannediyorsunuz. Ama yanılıyorsunuz. Siz gerçekte, Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde yaratılan ve resmi ideolojinin kalıplarına sıkıştırılan çarpıtılmış bir “İslam Halüsinasyonu” görüyorsunuz. Ve Hakikat diye bize bu çarpıtmaları yutturmaya çalışıyorsunuz.
Tasavvufa “halüsinasyon”, büyük velilere de “şizofren” demekle büyük bir ilim-irfan örneği sergilediğinizi düşünüyorsunuz. Siz güle oynaya cehenneme gidiyorsunuz farkında değilsiniz. Halüsinasyon ve şizofreni terimlerini kullanmanız dikkatimizden kaçmıyor sayın S. Cahili olduğunuz tasavvufa sataşırken halüsinasyon ve şizofreni gibi “yabancı” kökenli terimleri kullanırken pek mutlu pek keyifli gözüküyorsunuz. Halüsinasyon terimini popülerleştiren ateist Jean Paul Sartre ile aynı safta yer almak pek hoşunuza gidiyor.Ama tasavvufi motiflerin “yabancı-gavur” medeniyetlerde de varolduğunu söylerken epey haşin, epey öfkelisiniz. Gönül isterdi ki aynı “yabancı-gavur” düşmanlığını tutarlı olarak sergileseniz?
ŞATHİYYAT
Siz şathiyyat nedir bilir misiniz? Siz kimleri karşınıza alıyorsunuz? Siz zannedersiniz ki şathiyyatlar, tekirdağ rakısını içen bir kaç sarhoşun uyduruğudur! Hayır sayın S. O şathiyyatlardır ki, İlahi Zat’ı müşahade eden Veliler’in söylediği “sırr” sözleridir. Siz Kur’an’ın sırlarını bilir misiniz?
Şathiyyat demek, bilinçsizlik anında bir “pot kırma”, “sarhoşça sözler uydurma” değildir, bilakis idrakin veya keşfin zirve yaptığı, zamandışı zamanlarda söylenmiş sözlerdir. Sizde “Ene’l Hakk” ın manasını anlayacak idrak nerede?
Ene’l Hakk. Sayın S. En geniş anlamıyla iki tür özne’den bahsedilebilir. Biri, insani-beşeri özne, diğeri İlahi Özne. Özne demek bilen demektir. İnsan ve beşer bir şeyleri bilir sayın S. İnsani özne olarak siz sayın S, sadece beşeri hakikatleri idrak edebilirsiniz. Fakat bir de İlahi Özne vardır. Bu İlahi Özne’nin bilgisi, sizin bilginiz gibi değildir sayın S. Allah’ın sıfatlarından birinin Alim, yani bilen olduğu düşünüldüğünde, O’nun yani İlahi Özne’nin bilgisi tamdır, mükemmeldir, noksansızdır. “Göklerde ve yerde olanların ve bu ikisi arasında bulunanlar her şeyi biliriz”
Şimdi sayın S, insani özne ve İlahi Özne arasındaki ayrımı öğrenmiş bulunuyorsun. Fakat bir de insani ben ve İlahi Ben arasında da ayrım vardır. Allah bize “Ben” diye hitab da eder. Kur’an okuyorsan bunu bilirsin. Öte yandan bir de insani, beşeri ben vardır. İnsani-beşeri ben, zayıftır, kusurludur, kendini merkeze almak ister, çünkü bu insani benin işaret ettiği gerçekliklerden biri de “nefs”tir. Diğer taraftan ben’de bir de “ruh” vardır. Sayın S, siz “nefs” ile “ruh” arasındaki ayrımı bilir misiniz? Siz Al-i İmran suresinde geçen “İnsanın yaratılmadığı zaman dilimi daha gelmedi mi?” ayetinin derin manasını anlar mısınız? Hayır anlamazsınız. Eğer anlasaydınız Mansur’u da anlardınız.
Mansur Ene’l Hakk derken, sizin anladığınız beşeri, insani özneye atıfta bulunmuyordu. Bilakis İlahi Özne’ye atıfta bulunuyordu. Yani sayın S, buradaki Ene, İlahi Ene. Burada artık bir insani-beşeri ben söz konusu bile değil. Ama eblehler, cahiller kendilerini Mansur’dan daha dindar, daha “mü’min” sanıyor ya. Zannediyorsunuz ki, Mansur Tanrılığını ilah ediyor ya!
Ey tasavvuf düşmanı cahiller, halüsinasyon görenler. Mansur ve diğer büyük veliler “insanın yaratılmadığı zaman diliminde” konuşuyor, siz hangi zaman dilimindesiniz?
“Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim” derken, Bayezid-i Bistami, kendi beşerliğini, öznelliğini vurgulamıyordu firavun gibi. Ama sayın S, siz ve sizin gibi düşünenler “egoist” yani “benci”, “beşeri benci” olduğunuz için, herkesi kendiniz gibi görüyor ve zannediyorsunuz ki herkes “egoist”.
“Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur”
“Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah’tan başkası yoktur”
Bistami ile Bağdadi, bu sözleri söylemekle az söylemişler, eksik söylemişler. Çünkü Allah bu Veliler’den “daha ileri gider”. Nitekim Allah Teala der ki;
“Ben size şah damarınızdan daha yakınım”
Bırakın cübbenin içini, şah damarından daha yakın, daha içte!
Şebusteri’nin şu sözlerine bakın: “Bu makamda put aşk ve birlik (Allah Sevgisinin ve Tevhidin) mazharıdır (mazhar: zuhur, tezahür, karşılığıdır)… Onun için birlik (yani Tevhid, yani La ilahe İllallah), puta (tapılacak şeye, yani Bir Olan, Samed olan, Kayyum Olan Allah’a) tapmanın ta kendisidir… Bütün var olan şeyler varlığın mazharları ve tecelli yerleridir. Onlardan biri de puttur (buradaki put, yaratılan herhangi bir nesne bağlamında kullanılıyor, yoksa Yaratan değil). Mutlak varlık (Mutlak varlık, yani Allah’ın sıfatları değil, Zatı) nerede varsa, ne ile zuhur etmişse o şey hayırdan ibarettir … Müslüman puta tapmak nedir bilseydi, dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı…”
Şebusteri ne de güzel anlatmış. Siz sadece ve ne yazık ki anlamadan bu güzel izahları aktarmışsınız,tıpkı “kitap taşıyan eşşekler” gibisiniz.
Beyazid-i Bistamî şöyle demiştir: “Allah’tan Allah’a çıktım. Nihayet ben de ‘Ey ben sen olan’ diye seslendi…”
Bu sözleri Hz. Peygamber’in şu hadisi ışığında bir oku bakalım sayın S, neler bulacaksın:
“Beni kendi kendine ananı (zikredeni), ben de kendi kendime anarım, Beni bir toplulukta ananı, ben de ondan daha hayırlı bir toplulukta anarım”: “Ben beni zikredenle beraber otururum”
[Suyuti, Düreru’l-mensure, 26, Hakim, el-Müstedrek, IV/246; Zebidi, Ithafu’ssade, III/124]
BİR “VAHDET-İ VÜCUD HEZEYANI” ÖRNEĞİ
S Hazretleri Buyurdular: Vahdet-i vücud, gayta’tan şeytan’a, lağım faresinden -Ebu-Leheb’e, solucan’dan-Firavn’a, bir fahişeden-homoseksüele kadar herşeyin İlah olduğunu iddia etmektir.
Hayır sayın S, böyle bir iddia, sadece ve sadece sizin ve sizin gibilerin yalanıdır ve başka bir şey değildir. Allah Teala Kur’an’da “Yaratılan her şey O’nu zikreder” buyurmuyor mu? Haşa, Allah burada “Yaratılan her şey”in içine firavun’un, fındık faresinin dahil olduğunu bilmiyor mu? Hem Hazreti Peygamber’in şu hadislerine ne demeli:
“Ben Rabbimi en güzel surette gördüm”
[Tirmizi,Tefsir, Sad-2-4); Buhari Tefsir, (Tevbe, 15), Tabir, 48, İbn Hanbel, I/368, IV 88, V/243,378]
Başka bir hadis: “Dehre sövmeyin çünkü dehr Allah’tır”
[İbn Hanbel, II/238,272,395,491,496,499,506, V/299,311; Buhari, Edeb, 101, Tevhid, 35, Elfaz, 2,3; Ebu Davud Edeb,169, Müslim,Elfaz,1,2,5,6]
Bir başka hadis: “Rüzgara sövmeyiniz çünkü o Allah’ın nefesindendir”
[İbn Mace, Edeb, 29, Ebu Davud, Edeb, 104, Tirmizi,Fiten, 65, İbn Hanbel, II/250, 268, 409, 437, 518, V/123]
Başka bir Hadis: “Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşır, ta ki ben onu severim. Ben onu sevdiğim zaman işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum”
[Buhari, Rikak, 38; İbn Hanbel, VI/256]
Başka bir Hadis: “Beni gören Hakk’ı görmüştür”
[Buhari IX/43, İbn Hanbel, III/55, V/306, Heysemi Mecmau’z zevahid, VII/181; Tebrizi, Mişkatül mesabih, 461, Beyhaki, Delailü’n nübüvve, VII/45; Tirmizi, Şemail, 210]
Nevevi bu son hadisi şöyle tefsir eder: “Kişi Allah Resulünü gerek bilinen sıfatı üzere, gerekse bundan başka bir sıfatta görsün gerçekten kendisini görmüştür.
Tahrif edilmemiş olma ve dolayısıyla sahih olma ihtimali yüksek olan bir İncil ayeti Hakikat’i ve Allah’ı gerçek bir aşkla sevmeyen insanların durumu hakkında şöyle der:
“İncilerinizi domuzlarınıza göstermeyin, zira onlar incilerin kıymetini bilmez, tepeleyip geçerler”
Sayın S, büyük mutasavvuflara kara çalmaktan vazgeçin, önce kendi karalarınızı görün. Tasavvuf İslam’a sonradan eklenmiş bir şey değildir, bilakis İslam’ın kendine özgü ikliminde ortaya çıkmıştır. Allah’ı zikretmek için biraraya gelen insanlara, ve bu insanların tabi oldukları ümmi Veli’lere de sataşmayın. Onları küçük görmeyin. Hatırla ki peygamberimiz de Ümmi idi. Ama siz bunu anlamıyorsunuz. Peygamber okuma yazma bilmezdi, doğrudur, ama bu cehalet değildir. Zira peygamber Allah’ ile ve Allah vasıtasıyla bilir.
Sayın S, Allah’ı ve Peygamber’i hiçbir mutasavvıftan daha fazla sevemezsiniz, eğer inşaallah, olur da Sever iseniz, siz de büyük bir mutasavvuf olursunuz. Ben kendi payıma bunun için size dua edeceğim. Allah’ı ve peygamberi mutasavvuflardan daha çok sevmeniz için. Ama sakın ola, İslam’a hizmet adı altında, modern propagandaların ve laik manevraların bir aleti, bir aracı olmayın. Zikredenlere sataşmayın, Velileri itham etmeden önce az da olsa hayatlarını okuyun. Bakın öğretilerini demiyorum, hayatlarını okuyun sadece. Ki bu yeter.
Kendim için istediğimi senin için de istiyorum. Kendim için istemediğimi senin için de istemiyorum sayın S. Hem vallahi, hem billahi hem de tallahi…
Selametle..
BeğenBeğen
s.a.
Yazınızın 2 paragrafında saydıklarınızdan sadece Mevlana ile ilgili cevap.
Buyurun aşağıdakileri ilmen, tasavvufen değerlendirin veya günaha girmemek için ŞİRK KOŞMAMAK İÇİN KUR-AN VE SÜNNET çerçevesinde bir daha düşünün.
Bana göre bu kitap ve benzerleri şirktir.
///
Mesnevi “İslami Bir Eser” midir? 2. Cild EŞCİNSELLİK 3155.-3160 Beyitler 137-138. Sf. 4. Cild ALLAH’TAN VAHİY ALIYORUM; 1850-1855. Beyitler Sf. 151 2245. Beyit sf.178 Ayrıca bknz. Sf. 326 MÜSTEHCEN FIKRA; Bir Kadın’ın kocasının önünde aşığıyla oynaşmak istemesi 3545-3550. Beyitler Sf. 283 5. Cild KABAK HİKAYESİ; Bir Hanımefendi,Bir Hizmetçi ve Bir Eşek…İhtirasın acı sonuçları… 1335-1420. Beyitler 112-118.sf OĞLANCI HİKAYESİ; Bir adam ve birlikte olduğu oğlanla sohbeti… 2497-2515. Beyitler 205-207.sf CUHA’NIN KADIN KILIĞINA GİRMESİ HİKAYESİ Mesnevi kahramanı Cuha’nın Kadın kılığına girip Hamamda bir kadına cinsel organını elletmesi… 3340-3425. Beyitler 272-273.sf KADININ EŞEĞE İMRENMESİ HİKAYESİ Bir kadının Eşeklerrin çiftleşmelerini izleyip eşeği arzulamasının öyküsü… 3390-3395.Beyitler 277.sf BABA İLE KIZI ARASINDA CİNSEL İLİŞKİ ÜZERİNE BİR SOHBET… 3716-3736.Beyitler 302-304.sf BİR SULTANIN BİR CARİYEYE DÜŞKÜNLÜĞÜ CARİYENİN YOLDA KÖLEYLE EVDE SULTANLA MACERALARI… 3831-4025.Beyitler 312-326.sf Sayfa numaraları için-MEB Baskısı Veled İzbudak-Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi esas alınmıştır. Ancak beyit numaraları Farsça orijinal metinde ve tüm çevirilerde aynıdır.
///
Benim yüzüm kızardı. Doğal olarak yüzümü kızartanların anlayışından uzağım.
İYİ ARAŞTIRMADAN İNSANLARIN PEŞİNDEN GİTME !LÜTFEN.
BeğenBeğen
YUKARIDAKİ SAÇMALİKLARDAN BU KONU ÇOK ÖNEMLİ :
Kuran da olmayan bir sözü söylemenin insanları nerelere götürdüğünü fark edinİZ. Aşağıda bir örnek.
Müslüman kardeşilerim “Allah’ın Kul Hakkını Affetmem” diye bir ayeti yok, bu insanlar arasında kullanılan bir SÖZ dür, ama “ŞİRKİ AFFETMEM” diye ayetLERİ varrr. Allah’ın sözü.
*İnsanlar kaptırmış gidiyor “Allah kul hakkını affetmez” diye Peki Allah’ın Hakkı ne olacak? Namaz, Hacc, Zekat, Oruç, cemaatlerin birlik olması, diğer emirler TEVHİD NE OLACAK TEVHİD. Dini Allah’a halis kılmak ne olacak böyle onlarca ayet var.
“Ne ile gelirsen gel, Kul Hakkı ile gelme” diye bir söz var.
Sanki “Kul hakkı ile gelemezsin ama Şirkle gele bilirsin” gibi diyorlar tövbe haşa. Halbuki Nisa 48-116 Maide 72 den ortak koşmanın bağışlanmayacağını biliyoruz ve diğer günahları aynı ayetlerde Allah dilersem bağışlarım diyor.
Şirk katılmış amelleri peygamberler dahi yapsa boşa gidiyor. Artık gerisini siz hesap edin.
Mesele tevhid şirk meselesi diyorum, Kuran emirler manzumesi diyorum. Kul hakkını affetmem sözü Allah’ın şirki affetmem ayetini geri planda bırakıyor, diyorum.
Nerdeyse insanlar “savaşta kafiri öldürsek kul hakkından” bahsedecekler, Allah’ın öldürün emrini de geri plana alacaklar, Tövbe haşa…
Bir işyerinde çalışan işçi namazını kılmıyor neden patronun hakkını gösteriyor sebep olarak, ya Allah’ın hakkı ne olacak ya sana verdiği ömrün lütfün hakkı ne olacak? Enam 162 de her şeyimiz Allah için diyorken, kul için mi yaşıyoruz patron müdür vatan için mi yaşıyoruz. Biz Allah’a inanırız emirlerini yerine getiririz, o niyetle, tek bir niyetle yaparız sonra yaptıklarımızın faydası kullara olur, sağlığımıza faydası olur orasına bir şey demeyiz.
Bu yukardaki konuyu amcayla bir amcayla da konuştuk; amca ahlak vs şeylerin olumsuzluğundan bahsetti. Bende ona amca herkesin başına Polismi dikeceğiz, düzelirmi herkesin ahlakı dedim. Git gide kötüye gidiyorda vs.. selzenişde bulundu. Amca dedim insanlar şirk içinde Allah’ın emirlerini dinlemeyenin dine, sana bana topluma faydası olurmu? Olmaz. Onun için önce Allah’ın hakkına ihanet etmeyeceğiz dedim ve yukardaki bölümdeki yazdıklarımın hemen hemen aynen söyledim. Amca beni yanlış anladı “kul hakkı” yok diyorum zannetti, halbuki ben “Allah’ın Kul hakkını Affetmem” diye bir ayeti yok diyorum.
Amca bana “Zina serbest mi olsun yani” dedi. Amca zinanın yasak olması Allah’ın Emri değil mi, Bizim Emirlere uymamız da ibadet açısından tevhid açısından Allah’ın Hakkı değilmi dedim. Tüm ibadetlerin Allah’a yönelik yapıldığını ve bazılarının uygulama alanının insanlar olduğunu söyledim (aşağıdaki yazılarımdaki gibi) ve sanki Allah kullarına zinaya izin veriyor mu da sen bana bunu soruyorsun dedim. Allah kullarına “öf” denmesine müsaade etmiyorki… “yüksek sesle” konuşulmasına müsaade etmiyor ki dedim.
Biliyorsunuz herkes önce kendi hakkını düşünür Bu sözün ortaya çıkışında, hırsızların kendinden mal alınmasına gelince veya kolunun kesilmesine gelince Kul hakkı diye ortaya çıkmasından veya caninin sıra kendi canına gelmesinden dolayı ortaya çıkmış bir söz olma ihtimali vardır.
///
Sayın Numan bırakın bu beyni uyutucu tasavvuf dinini adamlar ANK. Pursaklarda şato gibi yerde oturuyor adamlar çocuklarını mercedesle korumalarla CCL özel okulunda okutuyorlar.
“Özgür-Der” niçin kapatılıyor biliyormusunuz.
Yeter artık çocuklarımızı kirlettiğiniz diyorlar, çocuklarımızın geleceği için şirk koşmamak için eylemde bulunuyorlar ve kapatılıyorlar. Törenlerinize marşlarınıza putlarınıza tapmıyoruz bunları birdaha yapmayacağız, yapmayın diye kampanya başlatıyorlar onun için kapatılıyorlar.
Sizin bundan haberiniz yok çünkü siz bununla ilgilenmiyorsunuz çünkü tasavvufcusunuz.
BeğenBeğen
Aleyküm Selam;
20.yüzyılda yaşamış olan büyük bir Veli demişti ki:
“Tarikatlar laik sistemin asasıdırlar”
Sayın S kardeşim, dikkat et bu sözü söyleyen herhangi bir rasyonalist değil, büyük bir mutasavvıf. Yani Yol ehli. Peki bu sözden neler anlamalıyız?
Birincisi şu: 18.19. yüzyıldan itibaren, kaynağı Kuzey Batı Avrupa olan bir sekülerlik, profanlık mikrobu Batı’dan Doğu’ya doğru hızlı bir şekilde yayılmaya başladı. Bu mikrop temas ettiği her şeyin aslını bozmak suretiyle varoluşunu devam ettiriyor, gücünü tahrip ediciliğinden alıyordu. Bu öyle bir mikroptu ki, sanatı, bilimi, dini ve dini kurumları içten içe yıkmaya başlıyordu. Bu mikrobun en büyük düşmanı elbette ki “Vahiy” idi. Dolayısıyla Vahye saldırmadan, ona sataşmadan yaşayamazdı, ki mikrobun varoluş nedeni buydu ve bugün de odur. İşin en kötüsü, bu mikrobun taşıyıcıları yine maalesef biziz, yani müslümanlar, yani ikiyüzlü müslümanlar. Başlangıçta direnmek istedik ama sonra baktık ki bu mikrop bize bir dünyevi cennet sunuyor. Balıklama atladık ütopyalara, Hak’tan uzaklaştık ve Allah kalplerimizi mühürledi. Artık kötüyü kötü olarak değil, iyi olarak, iyiyi de iyi olarak değil kötü olarak görmeye başladık.
Şimdi kardeşim, Peygamber döneminden beri Vahyimiz, yani İslam Vahyi sahihliğini korumaktadır elhamdülillah. Ki bunu en çok “hafız”larımıza borçluyuz. Ki o hafızlar Hakk’ı muhafaza ederler. Fakat mikrop ve hastalık bulaştı bir kere bize. Bize diyorum, Hakk’a demiyorum. Bilinir ki Hakk’ın, İslam’ın en büyük muhafızı, koruyanı “Allah Teala”dır. Ne var ki Laik sistem, mikroplarını saçmaya başlamıştı 18.19. yüzyılda.
Önce eğitim sistemi kutsal bir formdan uzaklaştırıldı, laikleştirildi.
Sonra, dilimiz kutsal bir formdan uzaklaştırıldı, sadeleştirildi ve laikleştirildi.
Sonra hukukumuz kutsal bir formdan uzaklaştırıldı, sadece insanın dışındaki olayları ve somut kanıtları hesaba katan pozitivist bir hukuk sistemi uyduruldu kitabına, ve kutsal hukukumuz laikleştirildi. Artık kutsal olmayan pozitivist hukukumuzda, koruyucu ve kendisinden korkulması gereken Allah değildi, Polisti. Allah hem içimizi hem de dışımızı bilirdi, bu yüzden günah işleyemezdik. Fakat Polise yakalanmadığımız müddetçe suçumuz suç değildi pozitivist hukukta. Böylece hapishaneler doldu taştı. Ne kadar aciz bir hukuk sistemidir ki bu pozitivist sistem “suçlu” yu “göz altında” bulundurur. Yani iş işten geçmiştir, geçmiş olsun.
Bunları niye yazdım kardeşim? Sebebi şu: Yukarıdaki ilk cümleyi ifade eden Veli mealen bize şöyle diyor. “Ey müslüman, görmüyor musun içinde Vahyin söz konusu olduğu her şeye nasıl saldırıyorlar? O halde laik sistem en büyük gücü, dinin en önemli vechesine saldırmakla elde edebilir; yani tasavvufa ve Yol’a. İşte böylece Cumhuriyet döneminden beri, bir çok Tarikat’ın başına, sizin de bahsettiğiniz gibi gerçek anlamda “Fakir” olmayan, “Fabrikalarında Uyuşturucu üreten” ve “Mercedeslere binen” sahte Şeyh efendiler peydah oldu. Dolayısıyla Tarikatlar “laik sistemin asası” haline geldiler. Eğer tasavvufa saldırırken bu noktayı göz önüne alsaydınız, şapka çıkarır ve derdim ki, “sayın S Hakk’ı söylüyor”.
Ama siz, hiçbir ayrım yapmadan, işin gerçeğini bilmeden, yarım yamalak bilgilerle sövmeye Vedanta’dan, Platon’dan başladınız, Bistami ile bitirdiniz. Haddinizi aştınız gereksiz yere. Hiç şunu düşünmüyor musun? Platon 2500 senedir, hem bir çok Yahudi bilgin, hem bir çok Hristiyan bilgin, hem de bir çok Müslüman bilgin tarafından büyük bir Otorite kabul edilmiştir. Bilmiyor olabilirsiniz, bu bağışlanabilir. Ama cahilce saldırmak da neyin nesi? Siz öldükten sonra bırakın 2500 yıl sonra hatırlanmayı,üç beş gün sonra üç beş yakınınız dışında adınızı kim hatırlayacak Allah aşkına? Tasavvuf konusunda verdiğiniz şathiyyat örneklerini de anlamadan saldırıyor ve böylece laik sistemin yapmaya çalıştığına bilinçsizce hizmet ediyorsunuz. Tarikatların bir çoğunda bugün meydana gelen sapmada, mutasavvufları habersiz mi sanıyorsunuz? Hayır, onlar şeytanı sizden çok daha iyi tanıyor. Hz.Peygamber açlıktan midesine taş bağlarken, bugün göbeklerini dolduranları sizden iyi biliyorlar. Afrika’da her gün 24.000 çocuk açlıktan ölürken, Dubai’de şatafatlı düğün yapanları da iyi biliyor.
Ne kadar bozuk bir toplum olursa olsun, Allah’ın kendi lütfuyla rızıklandırdığı, ve O’nun fazlı keremine mazhar olan mutasavvuflar, -sayıca çok çok az olsa da- ta ki kıyamete kadar her zaman varolacaktır. Emin olun, laik sistem bu gerçek mutasavvufları yok edene kadar var gücüyle çalışacaktır. Siz haklı olarak günümüzdeki sahte Tarikatlara -misal hiç de uygun olmayan bir zamanda Ankara’da asalarıyla gövde gösterisi yapan Aczimendiler, misal yirmisekiz şubatın sahte Şeyhleri- eleştiri getiriyorsunuz. Evet yerden göğe haklısınız. Fakat siz hızınızı alamıyor, önünüze gelen tüm büyük Velî’lere, hâlâ ve ısrarla sataşıyorsunuz. Tarikat ve Tasavvufu kötülemekle, insanların zihin ve kalblerine şüpheler sokuyorsunuz, günümüzde çok az da olsa varolan ve “Her şeyde Allah’ı gören” Veli’lerden istifade edilmesine engel oluyorsunuz.
Çünkü “size göre” “Her şeyde Allah’ı görmek” küfürdür, şirktir. Peki, “Hiçbir şeyde Allah’ı görmemek” neyin nesi? Küfrün ta kendisi değil mi bu, şirkin ta kendisi değil mi, tuğyanın ta kendisi değil mi bu? Bu durum daha mı güzel? Size layık olanı bu mu? “Hiçbir şeyde Allah’ı ve tecellilerini görmemek, O’nun isim ve sıfatlarını müşahede edememek, keşfedememek, farkedememek” bir müslümana mı yaraşır yoksa bir ateiste mi?
Neden “Her şeyde Allah’ı görmek” şirk olsun? Bu sakın sizin kendi nefsinizin zavallı bir oyunu olmasın? O Rahim olan Allah değil midir ki Kur’an da bize kendisinin “Zahir” olduğunu, yani “Görülen” olduğunu söylüyor? Haşa, Allah bizimle oyun mu oynuyor “Allah Zahirdir” derken? Yoksa kendi şeytanımız bizi Allah’tan alıkoymak, onu “kendimizden Uzaklaştırmak” için bir bahane mi arıyor?
Selametle…
BeğenBeğen
s.a.
Size bu konuda merhametli davranamam, çünkü hakkım yok…
İnanın sizin için çok üzülüyorum çünkü İnsanları saptırıyorsunuz. İnsanları ha laiklikle saptırmışsınız ha ülkücülükle ha tasavvufla ha başka bir şeyle hiç fark etmez. Ankebut 13 Nahl 25 ve Nisa 85.
Kur’an dan sorulacağız Tasavvuf kitaplarından ve tasavvuf terimlerinden değil. Zuhruf 43,44.
Ankebut 51. Nelere sebeb olduğunuzun farkına varın. Fussilet 40.
*Mistisizim Arab yarım adasında Yoktu, islama peygamberimizden 250 yıl sonra bulaştı. Aksini hiç bir kitapta bulamazsınız. İslamın ilk yıllarına bulaştırma çabanız gayretiniz nedendir anlamıyorum. Dikkat edin Peygamberler ve Allah’ın razı olduğu sahabelerin (Tevbe 100) tasavvufçu olmamalarının nedeni Zümer 65 korkusu olmasın.
Müslümanım dedin mi şirke bulaşmayacağınızı mı sanıyorsunuz. Şura 21.
*Yukarıdaki yazınızda bahsettiğiniz Ali İmran suresinde öyle bir ayet yok İnsan (dehr) suresi demek istediniz galiba veya Casiye, 24. ayeti demek istediğiniz. Acaba kaynak olarak verdiğiniz hadisler için, hadis kitaplarına da baksam mı ki?
*Peygamberden önce, 2500 senedir Platon mistik bilgiler vermiş, alim olarak hristiyanlar yahudiler kabul etmiş, hatta size göre müslüman alimlerde kabul etmiş ama Peygamberimiz platonu kabul etmeyi unutmuş dolayısıyla şahitliğini yapamamış öylemi. Şerefi Kuran’da ara lütfen. Diyalektik süreç muhabbeti yapma, yaparsanda Kur’an okuyarak sadece ona inanarak yap.Lütfen
Aristonun kitabı Kur’an dan öncedir ve atomlardan ve dinden bahseder. Şimdi ortaokul (ilköğretim) 6.sınıf matematik, fizik kitaplarında da bilgi vardır. Yani her bilgi olan kitaba inanılmaz, yani din diye inanılmaz.
Onun için dinimiz İslam (Ali İmran, 85) Kitabımız Kur’an dır.
Hiçbir Kitapla aynı kategoriye konamaz, Çünkü kaynağı Allah’tır.
*Bir kişinin yazdığı şathiye de olsa tefsirde olsa o kişinin asi olduğu kesinleştikten sonra onu peşinden gidilmez. Şathiyatlar ayet değil. Lütfen. Bakara 256 da derki :Şeytanda Allah tan korkuyor o da Allah’a inanıyor, şimdi şeytanın peşinden mi gideceğiz Hayır. Şeytanın iyi yönlerini örteceğiz (çünkü inkar edeceksin, tanımayacaksın demek aynı zamanda örteceksin demektir, iyiliklerini dahi örteceksin demek). Örneğin Tagut olduğu Kesinleştikten sonra falanca buluş yapmış, falanca ülkeyi kurtarmış son durumda reddedeceğiz, buluş ihtiyacımızsa kullanırız ama sahibini reddedeceğiz örteceğiz, ülkeyi kurtarmışsa yaşarız ama asiyse reddedeceğiz, gibi. Tagut olduğu kesinleşen birinin peşinden gidilmez. Bu kişiler ben fasığım deyip ben bidat çıyım deyip yaklaşmaz sağından yaklaşır, onlara inananlarda… Saffat 28.
Bakara134-135-136-137
Şura 10 Şura 13-14-15
Son olarak Mü’min 35.
BeğenBeğen
Tasavvuf da bulunan İslam dışı unsurlar (Vahiyden Kültüre, Sy 183, Celalettin Vatandaş )
1) Allah (CC) ile münasebetlerinde kul(abd) gibi değil, hür insan gibi davranmak,
2) Sadece Hakka yönelerek halkı hiç saymak,
3) Veli’nin Nebi’ye üstünlüğünü iddaa etmek (sünnet dışı uygulamalar ve açıklamalarda bulunmaları da bunun bir göstergesidir)
4) Esasta her şeyin mübah olduğunu, ancak israfın ve aşırılığın haram olduğunu zannetmek,
5) Hulule (incarnation) inanmak
6) Vücuda ifna etmekle ilahi evsafın kazanılacağını sanmak
7) Cenab-ı Hakkı bu dünyada göreceğimiz iddiasında bulunmak (kendilerini gizli güçleri olan, sırlı özelliği olan insanlardan olduklarını iddia etmek)
8) İnsanın her türlü masivadan sıyrılabileceğini zannetmek, yani mutlak günahsızlık hali iddia etmek
9) İlahi bir nurla kalplerin aydınlandığını iddia etmek (ilahi nuru dünyevi duygularımızla idrak etmemiz imkansızdır)
10) Ayn’ül cem meselesinde hataya düşmek, yani tevhid halinde olduklarından, her ne işlerlerse kendilerine değil, Allah’a ait olduğunu söylemek
11) Allah’a kurbiyet-yakınlık dolayısıyla her türlü tahditten artık masun ve muaf olduklarını zannetmek,
12) Beşeri evsafı terk ederek Allah’ın vasıflarına bürünme iddiasında bulunmak,
13) Ruh hakkında insanlara (Kur’an da) bilgi verilmediği halde bu konuda çeşitli spekülasyonlarda bulunmak
15) Vecd halinde hislerini kaybettiklerini iddia etmek, his kaybı yine ancak hisle anlaşılır ve İslamda böyle his kaybetmek gibi bir amaçda yoktur.
///
15) Vahiy alıyorum diye Açıklama Yapıp peygamberliklerini ve daha üstün olduklarını ve İslamda olmayan yöntemler ilan etmek. Halbuki olnlardan sadece peygamberin yolunda olma cehdi isteniyor. Sebe 70-71. Kassas 50.
Kassas 92 “Kur’an-ı okumakla da emrolundum . Artık kim hidayete gelirse…”
BeğenBeğen
s.a.
Son yazdığım ayette Kassas 92 değil bir önceki sure Neml 92 olacak. Yanlışlıktan dolayı özür dilerim.
BeğenBeğen
ne tarikat ne cemaat onumuze rabbim bır kitap koymus kur’an ı kerim hayat rehberi yanı hayat yolunda dogru gıdebılmek ıcn yolu sapmamak ıcın rehberımız var yetmezmi ey musluman
BeğenBeğen
s.a bu arada sirkin anlamını cok ıyı dusunun rehberimizde o kadra belırrtılıyor ey ınsanoglu halamı anlamadın dusun dıye yanlızca Allah dan yardım dılerız dedıgımızde ne anlıyosunus ama yagmur duası ıcın neden turbelere gıdıyosunus orda yatanı nerden tanıyosunus gecmıslerini hıkaye kıtaplarındanmı okudunuz diyecegım sadece rabbınıze sıgıının sadece rabbınızden ısteyın dıleyın cunku O dur kainatın sahıbı olan cunku O dur her seyı dıledıgı gıbı yapan esselamun aleykum
BeğenBeğen
DUYURU:
28 Şubat ŞİRK eylemleriyle ilgili Cumartesi günü Saat 12;30 Ankara Güven parkta
basın açıklaması/miting var.
http://www.ilkav.org/
ŞURA 36: Size verilen HERHANGİ BİR ŞEY, dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. ALLAH KATINDA OLAN İSE, daha hayırlı ve daha süreklidir. (BU DA) İMAN EDİP RABLERİNE TEVEKKÜL EDENLER İÇİNDİR;
37: (Bunlar,) Büyük günahlardan ve çirkin utanmazlıklardan kaçınanlar ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar,
38: Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri kendi aralarında şura ile olanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler,
39: VE HAKLARINA TECAVÜZ EDİLDİĞİ ZAMAN, BİRLİK OLUP KARŞI KOYANLARDIR.
NOT:Demekki Allah katında olan hayırlı ecri almak için ve iman edip tevekkül edenlerden olmak için yukarıdakileri yapmak gerekiyor.
BeğenBeğen
Bana merhametli davranamazmışsınız, çünkü buna hakkınız yokmuş. Çünkü insanları saptırıyormuşum. İnsanları tasavvufla saptırıyormuşum hem de. S hazretlerinin hikmetli sözleridir bunlar, kulaklara küpe yapıla! S hazretleri bu tavırlarının ispatı olabilecekmiş gibi, tutuyor bir de Kur’an’dan şu ayet-i kerimeleri delil olarak gösteriyor:
Ankebut, 13: “Fakat gerçek şu ki, elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte nice yükleri başkalarını saptırmanın vebalini taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.
Nahl, 25: “Bunu söylemelerinin sebebi şu: Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri günah ne kötüdür!”
Nisa, 85: “Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verir.”
Bu ayetler sizin öznel hırslarınızı tatmin etmek için değil, okuyanların hidayet bulması içindir. Bu ayetler, hakkında bilgi sahibi olmadığınız, Kur’an’ı kalblerinde somutlaştıran ve ilmi, örneklerini daha önceleri bolca zikrettiğiniz üçüncü sınıf ilahiyatçılardan değil, Kur’an ve Peygamber’den alan, Hz. Peygamber’in yolunun en doğru yol olduğunu en başta bir ilke olarak kabul eden ve her gün, her saat, her saniye, her salise ve zaman ötesi zamanlarda Allah’ı kesintisiz bir şekilde zikreden ve Peygamber’e Salat-ı Selam getiren mutasavvıflara değil de, sakın ola bu Velî’lerin hasımlarına olmasın?
Tasavvuf demek, her salise, her an Allah’ı kesintisiz bir şekilde anmanın Yol’unu öğrenmeye talip olmak demek, mutasavvuf demek, her an Kur’an, Peygamber ve Allah ile birlikte olan, “her şeyde Allah’ı ve Kur’an ayetlerini gören” demek. Ankara’da eylem yapmak değil.
Ayetler şöyle diyor:
Zuhruf, 43: “Öyleyse sen, sana vahyedilen Kur’an’a sarıl. Şüphesiz ki sen, doğru bir yol üzerindesin.”
Zuhruf, 44: “Doğrusu o Kur’an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz.”
Ankebut, 51: “Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan kitap, kendilerine yetmedi mi? Bunda iman edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve öğüt vardır.”
Fussilet, 40: “Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp inkâra sapanlar bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak olan mı hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı? İstediğinizi yapın. Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeyleri hakkıyla görür.”
Tevbe, 100: “Muhacir ve Ensar’dan İslam’a ilk önce girenlerin başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya, işte onlardan Allah razı oldu, onlar da Allah’dan razı oldular ve onlara altından ırmaklar akan cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem kurtuluş budur.”
Zümer, 65: “Andolsun ki, sana da senden öncekilere de şu vahyedildi: “Yemin ederim ki, eğer şirk koşarsan bütün çalışmaların boşa gider ve mutlaka kendine yazık edenlerden olursun.”
Şura, 21: “ Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılacak ortakları mı vardır? Eğer azabın ertelenmesine dair kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilir, işleri bitirilirdi. Gerçekten zalimler için acı bir azap vardır.”
Elbette ki, Kur’an dan ötürü sorguya çekileceğiz. İşte ben o büyük günden korkar, bunun için başkalarına karşı merhametli olmayı yeğlerim, merhametsizliği değil. Bana ne güzel selam veriyorsunuz. Neden bana karşı merhametsizliği kendinize “hak” göresiniz ki? Nisa suresindeki şu ayetten de hesap sorulmayacak mı, hem sana hem bana hem bütün müslümanlara?
Nisa, 94: “Ey iman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman, mü’mini kafirden ayırmak için iyice araştırın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek ‘sen mü’min değilsin’ demeyin. Allah katında çok ganimetler var. İslam’a ilk önce girdiğiniz zaman siz de öyle idiniz. Sonra Allah size lütufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
Muhtemeldir ki, siz kendi açınızdan, benim gibi aciz bir müslümana “gerçek İslam”ı anlattığınızı, dolayısıyla bir tür cihad yaptığınızı varsayıyorsunuz. Nitekim “size göre” Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami, Zünnun-ı Mısrî, Geylanî, Attar vesair mutasavvuflar sapkın ve küfre dalan küfürbazlardır. Bu noktada, size düşen, kendi payınıza bu sapkınlara “hadlerini bildirmek” ve böylece “tağutla savaşmak” suretiyle cihad etmek. Bu mutasavvuflar “size göre” küfre dalıp şirk koşan kafirlerdir. Öte yandan “sizin gibi düşünmeyenlere göre” bu mutasavvuflar “Allah dostu”durlar. Peki siz yukarıdaki ayette buyurulduğu üzere “Allah katında çok ganimetler var…, Onun için iyice araştırın” hükmünü eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor musunuz? “İyice” araştırıyor muyuz? Acaba “tasavvufta İslam dışı unsurlar” konusunda Celalettin Vatandaşa atıfta bulunmak beni öbür dünyada kurtarabilir mi? diyor musunuz? Celalettin Vatandaş –haşa-peygamber midir? Veli midir? Yanılamaz mıdır?
S hazretleri buyurdular:
“Peygamberden önce, 2500 senedir Platon mistik bilgiler vermiş, alim olarak hristiyanlar yahudiler kabul etmiş, hatta size göre müslüman alimlerde kabul etmiş ama Peygamberimiz platonu kabul etmeyi unutmuş dolayısıyla şahitliğini yapamamış öylemi. Şerefi Kuran’da ara lütfen. Diyalektik süreç muhabbeti yapma, yaparsanda Kur’an okuyarak sadece ona inanarak yap.Lütfen”
Hz. Peygamber Platon’u kabul etmeyi unutmuş. Fakat “size göre”. Hayatınızda epey fazlaca duymuş olmanız gereken bir hadiste Hz. Muhammed buyurmuştur ki:
“İlim Çin’de de olsa gidin alın”
Peygamber hiçbir zaman “Platon’u kabul etmeyi unuttum, dolayısıyla şahitliğini yapamayacağım” dememiştir. Bunu siz uyduruyorsunuz. Bu hadiste peygamber iki şeye dikkat çekmiştir;
1-İlim, yani bilginin kendisi
2-Evrensellik ve Gayret
İlim ile peygamber hangi bilgi türüne atıfta bulunmuştur?
a-Gündelik ihtiyaçları karşılamaya yarayan bilgi, gündelik bilgi. Kuyumculuk, tarımcılık, doktorluk nevinden zanaatların, kendisi ile icra edilebildiği bilgi türü.
b- Gündelik bilgiyi aşan, zanaatın üstünde olan, uygulamalarla değil ilkelerle ilgilenen bilgi türü, yani bilimsel bilgi.
c- Farklı alanlara ait bilimsel bilgilerin, daha üst bir seviyede değerlendirilmesi suretiyle, bilimlerarası bir bilgi türü olarak felsefe.
d- Varoluşun ve yaradılışın niçini sorusuna cevap veren, izafi ilkelerle değil, bizzat İlke ile ilgilenen, izafi hakikat ve gerçeklerle değil, bizzat Hakikat ve Gerçek ile ilgilenen marifet, hikmet.
Hz. Peygamber hadisinde Gündelik bilgi, bilimsel bilgi, felsefi bilgi veya Hikmet bilgisinden herhangi birine atıfta bulunmamış veya bu bilgi türlerinden herhangi birini öne çıkarmamış olup, genel anlamıyla “ilim,bilgi” demiştir. Bununla birlikte peygamberin hadisinden “Gündelik bilgi Çinde de olsa gidin alın” manasını çıkarmak pek doğru olmaz. Zira bir yanda Arap kültürünün gündelik ihtiyaçları, öbür yanda Çin kültürünün gündelik ihtiyaçları. Elbette ki, insan ihtiyaçları ortaktır. Fakat Arapların gündelik ihtiyacı ile, Çinlilerin gündelik ihtiyacı tümden aynıdır da denemez. Üstelik gündelik ihtiyaçları halletmek üzere Çin’e gitmeye çoğu zaman gerek yoktur. Çünkü her toplum bir bakıma zorunlu olarak zanaat ihtiyacını karşılamak zorundadır.
Hadis-i şerifi “Bilimsel bilgi Çinde de olsa gidin alın” veya “Felsefi bilgi Çinde de olsa gidin alın” şeklinde anlamak da pek makul değildir. Böyle anlamak doğru değildir demiyoruz, fakat bu anlam muhtemel değildir diyoruz. Çünkü bir çok Kur’an ayetinde, farklı peygamberlere atfen Hikmet bilgisi öne çıkarılmıştır “Allah ona Kitab’ı, Hikmet’i ve Tevrat ile İncili öğretir” [Âl-i İmran, 48] gibi ve Hikmet dışındaki diğer bilgi formları pek vurgulanmamıştır. Dolayısıyla Peygamber’in de gündelik ihtiyaçlara cevap vermekten ziyade uhrevi ihtiyaçlara cevap veren bir bilgi formuna göndermede bulunması daha makul gözükmektedir.
Hadis-i şerifte dikkat çeken bir diğer nokta da Çin’in zikredilmiş olması. Çin ile peygamber neye atıfta bulunmuştur?
İlk akla gelen uzaklıktır. Ve uzaklıklar ancak bir gayret ile aşılabilir. Ve biz Müslümanlar, hadisi genellikle bu vechesiyle ele alırız; yani İlme ulaşmak için ilim “her ne kadar uzak olursa olsun” onu elde etmek için yoğun çaba göstermeliyiz şeklinde anlarız. İkinci olarak Çin’in anılmasıyla, Bilgi’nin “hangi kavme, hangi ırka ait olursa olsun” onun “evrensel”, yani her yerde geçer akçe olduğu vurgulanmıştır. Nitekim “İlmi Çinden alın” denmiyor, “Çinde de olsa” deniyor. O halde Çin değil, falanca memlekette dahi olsa, örneğin Yunan, Hint, Mısır da da olsa gidin alın.
İlmi “Çinde de olsa” aramak ve Bilgi’yi oradan temin etmek bir “şerefsizlik” değildir. İlim Yunan da olsa veya Yunan alimlerinden Platon’da da olsa, onu Platon’dan almak “şerefsizlik” değildir, bilakis Hadis’teki hükmü yerine getirmektir. Şeref muhakkak ki bizzat Kur’an da ve onun peygamberine tabi olmakta yatar. Şeref, bilgiyi milliyetçi kalıplarda öğüterek piç etmek değildir. Bu haysiyetsizliktir, seküler İslamcıların Müslümanların kalbine yerleştirdiği kazıktır ve şüphesiz ki cahillerin işidir. Kur’an’a inanıp, peygamberi önder edinenlerin değil.
Yine S hazretleri buyurdular:
“Aristonun kitabı Kur’an dan öncedir ve atomlardan ve dinden bahseder. Şimdi ortaokul (ilköğretim) 6.sınıf matematik, fizik kitaplarında da bilgi vardır. Yani her bilgi olan kitaba inanılmaz, yani din diye inanılmaz. Onun için dinimiz İslam (Ali İmran, 85) Kitabımız Kur’an dır. Hiçbir Kitapla aynı kategoriye konamaz, Çünkü kaynağı Allah’tır.”
Sayın S’nin yürüttüğü mantığa bakalım. Ne demiş mutasavvuflardan daha alim, onları yargılama gücüne sahip ve “tağutla mücadele” eden mücahid arkadaş:
Aristo’nun kitabı Kur’an’dan öncedir.
Aristonun kitabı, atomlardan ve dinden bahseder.
Ortaokul fizik, matematik kitaplarında da bilgi vardır.
Bu bilgileri sıralıyor hazret. Sanki üç cümle veya önerme arasında herhangi mantıksal bir bağ varmış gibi. Sonra sanki kusursuz bir mantıksal akılyürütme yapmış gibi
“Yani, O halde her bilgi olan kitaba inanılmaz, yani din diye inanılmaz” demiş. Vay anasını mantıksal dehadaki derinliğe bakın. Sayın S, bu akılyürütme bir çocuk mantığıdır. Zavallı bir mantıktır ya da mantıksızlıktır. Şunu mu diyorsunuz “Atomlardan ve dinden bahseden Aristo’nun kitapları Kur’an’dan öncedir, o halde her bilgi olan kitaba inanılmaz”. Bu ne saçma, ne anlamsız bir cümledir. Siz neler saçmalıyorsunuz? Allah Aşkı’na Aristo’nun Metafizik, Politika veya herhangi bir kitabının, herhangi bir sayfasını bir gün olsun açıp da okudunuz mu?
Aristoteles dediğiniz adam “mantık” ilminin kurucusudur. İbn Sina, İbn Rüşd, Farabi gibi Müslüman düşünürler, sıkı birer Aristotelesçidirler. Hatta Farabi Aristo’nun “Metafizik” kitabını “yüz kere okudum” der. Diğer taraftan, Aristoteles’in bazı düşüncelerini eleştirse de, “hüccet-ül İslam” olarak da bilinen “Gazalî” Aristo mantığını kabul eder ve şöyle der “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz”. Peki size ne kadar güvenmeli? Siz mantığın kurucusunu tanımadan eserlerini bile okumadan –okumadığınız belli zira önerme ve çıkarım konusunda epey cahilsiniz- atıp tutuyorsunuz. Gerçi ne söylediğiniz, neyi eleştirdiğiniz de belli değil. Çünkü siz kendi cehalet krallığınızın esiri olmuşsunuz, haliyle haberiniz yok. “Cahil cesur olur.”
Aristo’nun eserlerinde atomlardan – ki aslında çok küçük bir yer tutar- vs. bahsedilmesi başka bir şeydir, sizin acayip ve karışık kuruşuk tabirinizle “her bilgi olan kitaba inanılmaz, yani din diye inanılmaz” demek çok başka bir şeydir. Siz daha sapı ve samanı ayıramıyorsunuz, kalkmış mutasavvuflar hakkında ahkam kesiyorsunuz. Fakat Kur’an ile ilgili şu sözünüzde yerden göğe haklısınız “Hiçbir kitab ile aynı kategoriye konamaz, çünkü kaynağı Allah’dır”. Amenna ve saddakna. Atıfta bulunduğunuz ve yazdıklarınız arasında şerefli diğer ifade, kendisini yazmadığınız şu ayet-i kerimedir:
Âl-i İmran, 85: “Kim İslam’dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.”
El hak öyledir. İnneddini indAllah’il İslam.
BeğenBeğen
Mantık açısından tartışmayı sürdürürsek yukarıdaki yazınızdaki cevap veriş tarzınızda, örneklemelerinizde, cevabını yazdığınız yazmadığınız AYETLERDE, açıklamalarıma cevap verdiğiniz vermediğiniz KONULARDA, Cehri tadile tabi tuttuğunuz tutmadığınız kişilerde mutasavvuflarda dahil, ehad HABERLERDE, ehad HADİSLERDE mantık kurar isek bu mantık neticesinde bir çok İslam dini olur. Evet mantık önce Kur’ana uygunsa sonra sünnete uygunsa kabul edilir. Onlarca İşittik ve itaat ettik ayetini göz önünde bulundurmadan şirke bidata dikkat etmeden, aklı ve imanı kullanmadan tamamlanmış nimete, kemale ermiş dine ekleme yapmaktan sakından kurulacak mantık da ise fayda yoktur.
İnkarcılar, kafirler, müşrikler, fucur işleyenler, fasıklık yapanlar, kötülük yapanlar, fitne çıkartanlar, bozgunculuk yapanlar, sapanlar, zalimler, zulme rıza gösterenler, Allah’a ve Resulüne savaş açanlarda heva heves zan şüphe tahmin ile mantık kuruyorlar.
İşittik ve itaat ettik yok.
Yukarıda bir ayet yazdım.
Rabbimiz şöyle buyuruyor, dedim:
Şura 39: Ve haklarına tecavüz edildiği zaman birlik olup karşı koyanlardır.
Numan da cevap vermiş.
“Ankara’da eylem yapmak değil.”
Diyerek içinden geçenleri söylemiş.
Aklen ve imanen soruyorum: Bu nasıl Kur’an okumak (Kur-andaki bütün ayetler), bu nasıl tevhid anlayışı, bu nasıl örneklik, bu nasıl hakkı görmek, bu nasıl iman bu nasıl salih amel, bu nasıl tövbe (eylemselleştirilmeyen tövbe olurmu), bu nasıl aklı eylemleştirmek, bu nasıl inanç (az bir topluluk çok topluluğu yener inancı), bu nasıl Allah tan başkasından Allah’tan korkar gibi korkmak, bu nasıl dini Ayakta tutmak, hükümlerinin uygulanması için çaba sarfetmek, BU NASIL CİHAD (Yüzlerce ayet ), bu nasıl inkarcılara itiraz etmeyerek mustazaflığı kabul edip Allah’ın azabını beklemek (Sebe 31,32,33), bu nasıl taguta savaş açmak, bu nasıl şirke müsaade etmek, bu nasıl iştik ve itaat ettik demek, bu nasıl cennet karşılığı mallarını ve canlarını Allah’a satmak, bu nasıl infak, bu nasıl sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğiniz düşüncesi (Bakara 214) bu nasıl Kuranın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak, bu nasıl bütüncül bakmak bu nasıl başka kitapları Kur’an-ın önüne geçirmek, bu nasıl dininizi parça parça etmek, bu nasıl zulme rıza göstermeme adına asrı saadetde olan uygulamalara karşı çıkmak ve asrı saadette olmayan Arab yarım adasında OLAMAYAN anlayışı benimsemek, kemale ermiş tamamlanmış dine eklemeler yapmak, bu nasıl peygamberin yolundan çıkmak, bu nasıl sizden olanlarla beraber olmak onlara itaat etmek, günümüzdeki şirk koşmayan imamların peşinde olmak, bu nasıl siyaseten bile birlik olamamak, bu nasıl mutasavvuf- tasavvuf aşkı, bu nasıl anlayış, bu nasıl mantık vs…. gibi bir sürü soruyu cevaplamak mantıki açıdan bile karşınıza çıkar. Cevap vermeye ömrümüz yetmez. Ve Bir sürü din anlayışı çıkar ve benim buna vaktim yok. KİMSENİNDE VAKTİNİ HARCAMAYA HAKKIM YOK nitekim peygamberlerde / sünnette kimse vaktini boşa harcamasın diye gelmiştir / uygulanmıştır Lütfen. (mantığını İslam dairesinde kullan kullanacaksan Lütfen) .
BeğenBeğen
Aristo İnsanları TARİF etmiş.
“İnsanlar arzularına son olmadığı için, bu arzuları tatmin edecek vasıtalara da son olmamasını isterler.”(1)
“Arzu öyle bir şeydir ki hiç doymak bilmez; birçok insanların hayatı arzuları doyurma yollarını aramakla geçer”(2)
1 Aristoteles. – Politika. Kitap I.
2 Aristoteles. – Politika. Kitap II
/
Sayın Numan, aristo tesbiti/mantığı işte isteyen üstüne alınsın. Biliyorum ki güzel sözleride var ama her güzel söz söyleyenin peşinden gidilmediğini anlatmıştım. Bakara 256 açıklamıştım.
/
Ahzab 36 : Allah ve Resulu bi işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme (özgürlüğü/mantıkda kullanamaz) hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resülüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.
BeğenBeğen
Tasavvuf hakkında bildikleriniz de doğru değildir. Zira ta başından beri onlar SULTANLAR lehine fetva çıkardıkları, onlarla uzlaşma, uyuşma içinde bulundukları gibi, halen de onlardan buluyor en büyük desteği SULTANLAR (SULTA SAHİPLERİ). Târihi iyi araştırınız. Anadolu’da beylikler dönemini iyi anlamaya çalışınız. Karşılıklı bir yardımlaşma ile SULTANLAR ‘ONLARA, ONLAR DA SULTANLARA yardım ederek (gözyumma şeklinde de olsa) bugüne gelmişlerdir. Arasıra usulen çıkarılan gürültüye bakarak bunları dinin izzetini taşıyan insanlar sanmayınız. Onu hak zannettiği için içlerinde bulunan nice temiz insan olduğuna biz de inanıyoruz. Zira biliyoruz, tanıyoruz. Fakat bilmiyenler gerçeği bilip öğrendikçe vazgeçiyorlar. Taassubtan kurtulmanın yolu kendini doğrulara bırakabilmektir. Hoşunuza gitmese de doğrular sizi alıp bulunduğunuz yerden başka yerlere götürecekse direnmeyiniz, ki felaha erenlerden olunuz. Zaten Resulullah (s.a.)da kibri nasıl tarif ediyor, biliyor musunuz? “Kibir, (HAKK) doğru açıkça ortaya çıktığı halde onu kabulden kaçınmaktır.” diyerek açıklıyor. Siz de başkaları da lütfen doğruyu kabulden imtina etmeyiniz. Ne olur yapmayınız, bunu. Yakışmıyor insanoğluna kendini harama götüren yolda yürümek, bunca yakıştıranına rağmen yakışmıyor gerçekten.
Eğer tasavvuf bazı hataları bulunan biryol olsa idi hiç böylesine üzerine varmaz, hatalarını anardık, düzeltilmesini isterdik. Lâkin temeli, esası, Kur’-an’ın belirttiklerinin dışında şeyler üzerine kurulmuşluğu, o bozuk temel üzerinde bozuk bîr binanın yükseldiğini ve asırlarca da üzerine katlar çıkıldığı gerçeği bize bu binanın temelinden yıkılması gerektiği ve üstelik Allah’ın arsası üzerine kurulmuş kaçak (yasak) bir yapı gördüğümüzdendir. Sİz içlerinde tasavvufun sapıklığının bulaşmadığı bir mutasavvıf gösteremezsiniz. Gösterecekleriniz ise mutasavvıf değillerdir. Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer sahabelerin hiçbiri mutasavvıf değillerdi. Zira Allah onlara; “De ki Ben müslümamım” demeyi tâlim etmişti. Onlar da işin farkında idiler. Siz de biz de farkına varalım ki müslümanlardan olalım.
Yeniden düşününüz, yeniden okuyunuz Allah’ın Kitab’ı Kur’an’ı, te’vil etmeden, olduğu gibisiyle okuyunuz. Onları söylediklerinde ve yaptıklarında haklı, isabetli çıkaracak birşey bulamazsınız. Hatta o tür bir anlayışın, Kur’an’da, insanların kendisinden uzaklaşması gereken anlayış olduğunu da göreceksiniz,
örneğin Kur’an inzivayı reddederken, bunların olgunluk için alternatifsiz bir yol olarak önerdikleri çıkmaz yoldur UZLET, İNZİVA. Allah, ruhbanlık yoktur buyurduğu halde bunların dini RUHBANLIK üzerine kuruludur. Adına bakıp da aldanmayimz. Zira Ruhbanlara neden Ruhban denildiğine bakınız, aynı şeyi bunlar da yapmamış mı, yapmıyor mu? İnsanlara haramı helal, helali haram yapmıyorlar mı? Üstelik de açık açık haram olan şeyler bu mübarek (!)’lere helal sayılmıyor mu? Kendileri böyle söylemiyorlar mı? Neden bunları görmüyorsunuz, yapmayınız böyle, Allah için yapmayınız. ALLAH SEVGİSİ İÇİN Yapmayınız ki kurtulanlardan olasınız.Okuyunuz NEFAHATÜ’L-ÜNS’ü, ne diyor orada tasavvufun en ileri gelenlerinden MOLLA CAMİ bakınız. İlk müslüman sufilerin daha fazla takva için Suriye bölgesinde hıristiyanlara sorduklarını ve onların önerisi üzerine ilk tekkeyi (zaviyeyi) yaptıklarını ve hiristiyantann MANASTIR’Iara çekildiği gibi kendilerinin de ZAVİYE’lere çekildiklerini.. İnsaf ediniz Sayın Garbi müslüman nasıl daha takvalı olacağını Allah’ın Kitab’mdan, Resulünün Sünnetinden öğreneceği yerde hıristiyanlardan öğrenenleri mi örnek alacağız, yapmayınız böyle, yakışmıyor müslümamım diyenlere…
ŞİMDİDE ANLAMADIM DEMEYİN…
BeğenBeğen
ASHAB-I KİRAMDA İNANÇ İBADET YOLU OLARAK KUR’AN VE SÜNNET
Ashab-ı kiram bu esası kavramış ve her davranışlarında ona bağlı kalmışlardır. Çünkü “Lailahe İlallah Muhammedün Rasûlullah” sözünün gereği budur. Bu esasa uymuş ve üzerinde titizlik göstermişlerdir. Bundan en ufak bir sapma gördükleri anda büyük tepki göstermiş ve derhal önlemeye çalışmışlardır. Abdullah İbn Mes’ud’un Kufe mescidinde müşahade ettiği olaya tepki göstermesi ve yasaklaması bunun güzel bir örneğidir.
Abdullah İbn Mesûd bir gün Kûfe mescidine gelmiş ve birtakım halkalar görmüştür. Her halkanın ortasında bir yığın çakıl taşları ve başlarında duran bir adam halka yapan insanlara “Yüz defa süphanallah, yüz defa elhamdülillah, yüz defa Allahu ekber” söylüyor, onlar da yapıyorlar. Abdullah İbn Mes’ud onlara şöyle demiştir: Ey insanlar! Allah’a yemin ederim ki sizler ya Rasûlullah’ın dininden daha doğru bir din üzerindesiniz, yahut sapıklık (dalalet) kapısı açmış bulunmaktasınız.” (1)
Bu apaçık bir mantık kuralıdır. Bunlar ya Rasûlullah’tan daha çok hidayet üzerindedirler. -Çünkü Rasûlullah’ın muvaffak olamadığı bir amel için muvaffak olmuşlardır- ya da sapıklık içindedirler. Birinci durum kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Rasûlullah’tan daha üstün bir kimse yoktur. Geriye ikinci durum kalıyor. Yani bunların bir sapıklık kapısını açmış olmaları durumu.
İbn Mes’ud’un sözünü duyunca onlar şöyle dediler: “Ey Ebu Abdirrahman! Allah’a yemin ederiz ki hayırdan başkasını istemedik.” Bu da onların bu işi nasıl iyi bir niyetle yaptıklarını ve bu bid’at amel ile Allah’ın rızasını nasıl aradıklarını gösteriyor. Ancak İbn Mes’ud onlara “Hayrı istiyen nice kişiler vardır ki hayra ulaşmaz” demiştir. Bu demektir ki amelin sahih ve geçerli olabilmesi için tekbaşına iyi niyet yeterli değildir. İyi niyet yanında şeriatın sınırlarına bağlı kalmak da şarttır.
Bu şekilde ashab, dine yabancı unsurların girmesini önlemek ve yabancı herşeyden onu uzak tutmak için son derece titizlik göstermişlerdir. Ta ki insanlar, Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetiyle oturup kalksınlar, onların gösterdiği şekilde edep ve ahlâk sahibi olsunlar, onların sınırları içinde yaşasınlar. Bu hassasiyetleri sonucudur ki Hz. Ali, hayali kıssalar ve uydurma hikayelerle insanların kalplerini yumuşatmaya, dine bağlamaya çalıştıklarını sanarak insanlara va’zeden ve kıssalar anlatan kişileri camiden kovmuş ve bu şekilde anlatmalarını yasaklamıştır. İbn Ömer de aksırınca “elhamdülillah ve’s-salatu ve’s-Selam ala Rasûlillah” diyen adama tepki göstermiş ve şöyle demiştir: Rasûlullah bize böyle öğretmedi. “Biriniz aksırınca Allah’a hamdetsin” buyurdu. Rasûlüne salat getirsin, demedi. (1)
Bütün bu gerçekler ve ölçülerden şunları anlıyoruz:
a- Hidayet, Allah’ın buyurduğu ve Rasûlullah’ın gösterdiğidir. Bunun dışında hidayet olmaz. “De ki doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.” “Haktan başka sapıklık dışında ne vardır?” (Âyetler)
Bu hidayet Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünnetiyle sınırlıdır. Bunun dışında Allah’a yaklaştıran ve cehennemden uzaklaştıran üçüncü bir yol yoktur.
b- Allah’ın kitabına ve Rasûlullah’ın sünnetine aykırı olan her inanç, mücadele edilmesi ve ortadan kaldırılması farz olan bir inançtır.
c- Allah’a yakınlaşmak ve nefsi tezkiye etmek amacıyla, şeriatın belirlediği ibadetlerde ve taatlerde yapılacak her türlü değişiklik, İslâm’a mensup olan ve ona davet eden kişilerden de olsa, merdut bir bid’attır. Bunu yapanlar cehennemlik olurlar.
d- Allah’ın kitabı ve Rasûlullah’ın sünneti konusunda gaybî bir bilgi iddia eden ve buna cinler, fetih, feyiz veya semaya ulaşma yolu ile ulaştığını söyliyen herkes yalancıdır ve dinin dışına çıkmış olmaktadır.
e- Din işlerinde âlimlerin sözleri yüz de yüz doğrudur veya alınması vaciptir, diye birşey yoktur. Sözlerinin Kur’ân ve Sünnete arzedilmesi ve onlarla ölçülmesi gerekir. Onlara uyanlar alınır, uymıyanlar atılır. Delili bilmediğimiz zaman bu sözlerle amel etmek, ancak delili öğrenip bilgi sahibi oluncaya kadar caiz olur. Delili öğrenip bilgi sahibi olduğumuz anda bu sözleri yargılar ve hakkında hükmederiz.
f- Şüphe yok ki ashab insanların en takvalısı ve en çok ibadet edenidir. Kur’ân ve Sünnet’e sıkı sıkıya bağlı kalmış ve onlarla oturup kalkmışlardır. Onların yolundan gidenler hidayet üzere olur, başka yollara sapanlar da dalalete düşmüş olur. (1)
BeğenBeğen
TASAVVUFUN DİNİ
Şüphe yok ki, alçak batılın yüce haktan bir yardımı ve çirkin küfrün tertemiz iman ruhundan bir desteği olduğunu sandıklarımız dışında, tasavvufun İslâm’dan başka her türlü batıl din ve inançtan bir desteği ve kaynağı bulunmaktadır. Zaten tasavvufçuların kendileri de katıksız hakkın kendisi olduğunu iddia ettikleri tağutlarının dininden başka her şeyden beri olduklarını söylemektedir. Tasavvufun kâhinlerinden olan et-Tilimsani şöyle diyor: “Kur’ân’ın tamamı şirktir. Tevhid ancak bizim sözümüzdedir.” (1) İbn Arabi de -zındıkların dini olan- Fususu’l-Hikem kitabını kendisine Hz. Peygamberin verdiğini ve şöyle dediğini iddia etmektedir: “Bunu insanlara söyle, ondan yararlansınlar. Ben de bu arzuyu, eksiltmeden ve ilavede bulunmadan olduğu gibi gerçekleştirdim. Allah’tan dinleyin ve Allah’a dönün.” (2)
Gerçek şu ki tasavvufçular, sapık her türlü inançtan ve batıl her dinden pekçok şeyler almakta, ona iman ederek kendilerine nisbet etmekte ve ateşi etrafında dolaşan kelebeğe varıncaya kadar herkesi bu mecusiliğe inanmaya çağırmaktadırlar. Aksi halde vahdet-i vücut hurafesi ile dinlerin birliği efsanesinin İslâm’la ne ilgisi vardır?!
Vahdet-i vücut, yüce Allah’ın bütün yaratıkların aynısı olduğu, zat, sıfat, isim ve fiillerde diğer varlıkların kendisi olduğu, hayatı veren ile sağır taşların ve çürüyüp kokuşmuş kemiklerin aynı varlık olduğunu iddia etmektedir.
Dinlerin birliği ise, kafirin küfrü ile müminin imanı, facirin günahı ile salih kişinin iyiliğinin aynı olduğunu, Hz. İbrahim’in dini ile babası Âzer’in dini, Musa’nın imanı ile Firavn’ın küfrü ve Ebu Cehl’in putperestliğiyle Hz. Muhammed’in tevhidinin aynı şey olduğunu söylemektedir. Hepsi de dinin rabbi ve peygamberidir. Hepsi de ilahi zatın görünümüdür. Ne var ki bir görünümünde Muhammed, bir görünümünde de Ebu Cehl adıyla adlandırılmıştır. Gerçekte ise her iki görünümde ve isimde de ondan başkası değildir. İblis’in din ve imanının Cebrail’in din ve imanının aynısı olduğunu, daha da ileri giderek İblis’in Allah’ın huzurunda bulunma âdâbını Cebrail’den daha iyi bildiğini ve makamının ondan üstün olduğunu ileri sürmektedir. Bu küfür saçmalıkları İslâm’dan mıdır?!
ALLAH’IN DİNİNE İFTİRA
Anlıyamıyorum, ispat edecek bir delile ihtiyacı olmıyan bir şeyi ispat etmek için ne diye deliller sıralayıp duruyorum. İspat için delile ihtiyaç yoktur, diyorum. Çünkü tasavvufçuların kendileri buna inanarak itiraf etmektedir.
Tasavvufçulara sorunuz, tasavvufa bulaşmış kişileri neden İslâm’ın adlandırdığı gibi müslüman değil de sofu diye adlandırıyorlar? İki isim zifiri karanlık ile göz kamaştırıcı aydınlık kadar birbirinden farklı olduğu halde neden bu yola saparak müslümanların yolundan ayrılıyorlar? Yüce Allah’ın kendisine şuurlu ve inançlı olarak kulluk yapanlara verdiği isimleri bir tarafa bırakarak zillete veya küfre delaletten başka meziyeti bulunmıyan isimlere neden meylediyorlar?
Tasavvufçulara sorun, tasavvuf dininin kahinleri ve âyinlerinin rahipleri kimlerdir? Tağutlarının kin ve nefretlerini neden Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetine tercih ediyorlar? Sorun, zavallı insanları hak dinden saptırarak İslâm’ın şeriat ve hakikat olduğu iftirasını neden söylüyorlar? Şeriatla yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e indirdiği vahyi, diğeriyle de tasavvufun bidatlarını fısıldaşan iblislerin vesveselerini kastediyorlar. Tasavvufun bütün hurafe ve bid’atlarını sorun!
Fakat kendinizi yormayın. İşte şii Fatımî eğilimli ve tasavvuf dinine bağlı İbn Acîbe sorduğunuzun cevabını vermektedir. İşte size attığı iftira: “Bu ilmin (tasavvufun) kurucusu Rasûlullah’tır. Allah ona vahiy ve ilhamla öğretti. Cebrail önce şeriatı getirdi. O tamamlanınca arkasında hakikatı indirdi. Onu da sadece bazılarına verdi. Bunu ilk defa açığa vuran ve hakkında konuşan kişi Ali’dir. Ondan Hasan el-Basri almıştır.” (1)
Şüphe yok ki bu, Rasûlullah’a yapılan haince bir iftiradır. İlmi gizlemekle suçlayarak yapılan melun bir suçlamadır. Sonra hangi ilim? Tasavvuf dininde hakikat ilmi. “Allah’ın kendisine öğrettiği bir ilmi gizliyen kimseye kıyamet günü ateşten bir gem vurulur” (2) diyen bir peygamber hakkı, ilmi ve delaletlerini gizlemiş, öyle mi?!
Sonra bu iftiranın arkasında Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğer nezih ashabı insanı Allah’a sevdiren şeyleri bilmiyecek kadar cehalet ve dalalet ehli olarak suçlama da yatmaktadır. Yine selefi ve halefiyle temiz müslümanları gerçek iman sıfatından soyutlama konusunda planlı ve kin dolu bir gayret bulunmaktadır. Sadık müminleri ve şehitleri böyle bir itham altında bırakmak tasavvufçulara günah olarak yeter.
TASAVVUFA GÖRE BİLGİNİN YOLU
Tasavvufçular, kendilerini İslâm’ın dışına çıkaran bir iftira daha yapmaktadırlar. O da şeriatın veya aklın değil, sadece kişisel zevkin bilginin kaynağı ve yolu olduğuna inanmalarıdır. Allah’ı, sıfatlarını ve hakkında bilmenin vacip olduğu diğer şeyleri bilmenin yegane yolu bu zevktir. Eşyanın hakikatlerini değerlendiren iyi veya kötü, hayır yahut şer, hak veya batıl olduğuna hükmeden zevkin kendisidir. Onun için tasavvufçuların sayısız ilah ve tanrılara inanması, bir kolunun bir puta diğerinden farklı şeylerle tapması yahut tasavvufun batıl diğer kollarının tanımadığı bir putun karşısında eğilmesi kaçınılmazdır. İsim ve müsemmalarda hakem ve ölçü olarak sadece kişisel zevki kabul ettiği müddetçe tasavvuf kollarının değişik tanrılara inanması ve her birinin bu tanrılara değişik şekillerde boyun eğmesi kaçınılmazdır. Çünkü eşya ve olaylar için bugün verdiği manayı zevk, yarın zıddı ile değiştirir ve nesheder. Zıtların bu derece çok oluşu ve aralarında öfkenin bu dereceye varması her zaman tasavvufun çarpık mantığının boyasıdır.
Tasavvufçular, liderlerinin heva ve heveslerinin tutsağı oldukları için değişik kollara ayrılmış ve yollara sapmışlardır. Her biri başındaki kahinin put edindiği şeyi tanrılaştırmakta ve hevasının uydurduğu hurafelerle ona ibadet etmektedir. Halbuki hepsi de heva ve heveslerine uyarak İslâm’ı ve İslâm cemaatini yoketme amacı üzerinde birleşmektedirler.
Şeyh efendinin bu söylediklerime itiraz edeceğini sanmıyorum. Çünkü hepsini en az benim kadar bilmektedir. Aksi halde ne diye bu kadar fırka ve tarikat birbiriyle boğuşmakta, niçin bu kadar sayısız şeyh birbiriyle rekabet etmektedir! Ne diye her biri diğerine lanet okumakta, şeyh efendinin huzuruna her çıkan diğerini yerin dibine batırmaktadır! Hatta şeyh efendiye karşı kurnaz bir riya ve edepsiz bir hile ile yürüttükleri bu kampanyalar ve alevlendirdikleri bu savaşlar nedendir. (1) Şeyh efendiye karşı sürdürdükleri savaşın sebebini ben söyliyeyim. Çünkü daha önce her hangi bir tarikat şeyhi olmadığı ve tasavvufta uzun geçmişi bulunmadığı için onu kendilerinden saymamaktadırlar. Şeyh efendi, lütfen bunu cesaretle açıkla. Açıkla ki Allah sana hidayetini ve sadıkların makamını versin. Şüphesiz her mümin bunu gönülden arzulamaktadır.
BeğenBeğen
NAZARİ TASAVVUF
TASAVVUFUN TANRILARI
Tasavvufçular, yüce Allah’ı şek ve şüphenin karışmadığı ve Hakk’ın yüceliğine gölge düşmediği bir bilgi ile bildiklerini söyliyerek iftira etmektedirler. (Zaten iftiradan başka meziyetleri yoktur.) Müslümanları da basiret körlüğü, akıl yetersizliği, düşünce sakatlığı, duygu körelmesi, zevk bozukluğu, his ve şuur yoksunluğu, kör maddeye kulaklarına kadar batma ve tarihe körü körüne tapma ile itham ederler. Sormak istiyorum, hangi tanrıya tapıyorlar? Daha açık bir ifade ile uydurup taptıkları tanrı hangisidir?
Söylediğim şeylerde herhangi bir şüpheniz varsa yahut onların büyüleyici bir tebessümü veya bir aşıkın tesbih ve dua terennümleri sizi haktan alıkoyuyorsa, tasavvufun en büyük tanrısını öğrenmek için lütfen onların kitaplarından biraz okuyun. Mesela Futuhatı Mekkiyye, Fususu’l-Hikem, Tercümanu’l-Eşvâk, Ankâ-u Mağrib, Mevakiu’n-Nucûm gibi hepsi de İbn Arabi’nin olan kitaplardan biraz okuyun. Abdulkerim el-Cîlî’nin el-İnsanu’l-Kâmil, İbn el-Farıd’ın Tâiyye’sinden yahut onun Kâşâni veya Nablusi şerhlerinden okuyun. Şa’rani’nin et-Tabakât, el-Cevâhir, el-Kibrîtu’l-Ahmar, Abdulaziz ed-Debbâğ’ın el-İbriz; Ticani tarikatının Kitabu’l-Cevahir, er-Rimah kitaplarından okuyun. Yine Hasan Rıdvan’ın Ravdu’l-Kulûb el-Mustetâb, hatta şu anda ibadette kullandıkları Mecmûu’l-Evrâd, Delâilu’l-Hayrât ve kâhinlerinin yatsı ile seher vakitlerinde okudukları hiziplerinden okuyun.
Tasavvufçular, İbn Arabi’yi şeyh-i ekber ve kibrit-i ahmer (som altın) diye nitelemekte ve karşısında secdeye kapanmaktadır. Abdulkerim el-Cîlî’yi el-Ârifu’r-Rabbânî ve’l-Ma’dinu’s-Samadânî (Rabbanî arif ve ilahi maden) diye tanımlamakta, İbn Farıd’ı sultanu’l-âşıkîn (aşıkların sultanı) ve Şa’râni’yi el-Heykelu’s-Samadânî ve’l-Kutbu’r-Rabbânî (ilahi ulu ve rabbani kutb) diye anmaktadır.
O halde kitaplarından okuyun derken, tasavvufçuların kendisinden hakkın delillerini ve hidayetin nurunu aldıkları kitapları değil, bilakis değişik eğilim ve yollarına rağmen kutsallaştırıp yücelttikleri, hatta birçoğunun taptığı, tevhid nuru için en yüce ufuk ve ilahi feyizler için tükenmez pınar bildikleri kitapları okuyun, diyorum. Bu ve benzeri kitaplardan bir miktar okuduktan sonra Allah’ın kitabından bir âyeti düşünün ve batılın karanlıklarına hak nurunun projektörlerini tutun. O zaman tasavvufçuların en çirkin suretlerde somutlaşan, gizli ve açık kimliğini, en kokuşmuş leşlerde şekillenen bir tanrıya taptıklarını görecek ve lanetler yağdırmaktan kendinizi alamıyacaksınız. Bu kitaplarda tasavvufçuların taptığı ilahın bitkin zihinlerde oluşan gerçek dışı resimler, sapık düşüncelerde şaşkınlık kuruntuları ve hayalde mitolojik öcülerden öte bir varlık olmadığını müşahade edeceksiniz. Tasavvuf kahinlerinden et-Tilimsânî kokuşmuş ve kurtlaşmış bir köpek leşini tanrılaştırmadı mı?! (1)
Şeyh efendi, ne olur mazur görün beni! Müslümanları hak dinine hidayet eden ve uğrunda cihadı farz kılan Allah’a yemin ederim ki hakkı hak için söyledim ve haktan başka şey söylememeye çalıştım. Delillerimizi ortaya koymak ve karşılıklı tartışmak için görüşmeyi arzu edersiniz, el-Bedevi’nin kubbesinin altı da olsa, istediğiniz yerde ve zamanda yüzyüze gelmeye hazırım.
Size tasavvufçuların inançlarını açıkça ortaya koyan sözlerini kitaplarından nakledeceğim. Dinde yol ve şeriat kabul ettikleri, te’vil götürmez sarih ifadelerini aktaracağım. Sahiplerinin putlarını, huzurunda cennet kokusu ve havasını aldıklarını ve Allah’ın ruhunu bulduklarını iddia ettikleri, sağır taşlarından ve çürümüş kemiklerinden ruha sekînet bağışlaması, kalbe huzur ve güven vermesi, hayata hayır, bereket ve bolluk vermesi, Allah’la ittihad etsinler diyen putperestlerine rububiyet ve uluhiyetin hakikatini açması için yalvardıkları putları ve puthanelerini ortaya koyan ibarelerini sergileyeceğim. Bu çukurlarda vücutlarını yiyen kurtlara yalvararak tasavvuf kahinlerinin Allah’ın kaderinde tasarruf etmesini sağlaması ve kazasının üstüne çıkarması, rabbani kutsallıklarla melekût aleminde dolaştırması için dua ettiklerini gösteren metinler aktaracağım.
İBN EL-FARİD’in TANRISI (1)
Bu sofu ittihada yahut vahdete inanır. Kulun rab, mahlûkun yaratıcı ve vücutça fani olan varlığın vacibu’l-vücut olduğunu söyler. Kısa ve açık bir şekilde ifade edersek, bu adamın ittihad bid’atına inandığını söylememiz gerekir. Tasavvuf kahinlerinin inandığı bu hurafeye göre tasavvufi rab (Allah bundan münezzehtir) zatı, sıfatları, isimleri ve fiilleriyle maddi yahut soyut suretlerde ortaya çıkmıştır. Mesela insan, hayvan, cansız, cin, put, vehim, hayal ve zan olmuştur. İsimleri, fiilleri ve sıfatları da o varlıkların isim, fiil ve sıfatlarının aynısı olmuştur. Çünkü mutlak veya mukayyet varlık odur ve mahiyet itibariyle bu varlıklar tasavvufi rabbın kendisi ve aynısıdır. Azgın ve canilerin işlediği bütün günahlar, yırtıcıların avlarını parçalaması veya kemiklerini kırması tasavvufi rabbin işi, günahı ve işlediği suçudur.
Ey tasavvufçular, biliyorum, İbn el-Farid’i zındık olarak nitelediğim veya hakkın dilinde zındık olarak anıldığı için benim yerin dibine geçmemi yahut ansızın bir kasırgada mahvolmamı temenni edeceksiniz. İbn el-Farid’in zındıklıkla nitelenmesine hayret edeceksiniz. Benim için Allah bilir, ne beddualarda bulunacaksınız.
Ama Allah’ın izniyle bana hiçbir şey olmaz. İbn el-Farid’in kendisine seçtiği din ile hakkında hüküm vermekten, sizlerin bu hayreti veya bedduaları beni alıkoyamıyacaktır. Öfkenizin biraz olsun dinmesi ve hiddetinizin bitmesi için şimdi size Tâiyye’sinden yapacağım nakilleri iyice düşünün ve anlamaya çalışın.
“Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm.”
İlahi zatın kendisinden bütün gayrilik ve farklılık perdelerini kaldırdığını, gizli hakkı ona açığa çıkardığını, böylece bizzat Allah’ın hakikatinin alemdeki bütün varlıklarda ortaya çıktığını iddia etmektedir. Kısaca, artık alemdeki bütün varlıkların bizzat Allah’ın zatı olduğunu gördüğünü ifade etmektedir. Bu madde alemindeki bütün varlıklar, gece karanlığında can alan veya cinayet işliyen bütün caniler, tenha köşelerde her türlü ahlaksızlığı işliyenler v.b. bütün maddi varlıkların Allah’ın aynısı ve hüviyeti olduğunu, kendi varlığının da O’nun varlığının kendisi olduğunu gördüğünü söyler.
İbn el-Farid’a göre Allah olmıyan hiçbir şey yoktur. Hatta Allah’ın -İbn el-Farid’in tanrısının- bu maddi suretlerden, yahut varlığı kesin veya vehim yahut hayali varlıkların zihindeki suretlerinden başka bir varlığı yoktur.
Bu iftirada bulunan bir kimse, elbette inancının sonuçlarına katlanacaktır. Bu inancı gereği zatının tanrısının zatıyla ittihad ettiğini (bütünleştiğini) ve ikiliğin isimden başka birşey olmadığını iddia edecektir. Birliğin varlıkta ve hakikatte olduğunu, bu birliğin açığa çıktığı anda zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah’ın zatının, sıfatlarının ve fiillerinin kendisini müşahade ettiğini söyliyecektir. İşte sözleri:
“İlahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm.”
İlahi varlığın hüviyetini veya gizli hakikatini, kendi varlığının da zahirini veya türlü varlıklarda tezahürünü müşahade etmiş, kendi varlığından başka rabbin varlığını ve kendi yapısından başka onun ayrı bir yapısını görememiş, müjde sevinci içinde “Ben Allah’ım” diye haykırmış!
Ne var ki görünen bu varlığın birden ortaya çıkan bir vehim (kuruntu) veya geçici bir durum yahut gözüne görünen ve zihinde şekillenen bir hayal olduğunu birilerinin sanmasından korkmuş ve arkasında şöyle demiştir:
“Yokluk (mahv)dan sonra ayıldığım (sahv)da ondan başkası değildim. Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli eden yine zatımdı.”
Sahv (ayılma) tasavvuf dininde, kuvvetli bir varidle sarhoş olduktan sonra arifin kendine gelmesi ve duyarlılık kazanmasıdır. Bu durumda arif, ilahi zat ile sıfatları yahut tezahürleri arasındaki farklılığı müşahade eder. Kainatın, ilahi zatın kendisi olmadığını, sadece isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri olduğunu müşahade eder.
Tasavvuf dininde mahv (yokluk) da çokluk ve başkalığın yok olması, birden fazla olan değişik yaratığın ortadan kalkmasıdır. Başkalığın kaybolması ve mutlak birliğin tecelli etmesidir. Bu durumda sofu, yaratıkları hakkın kendisi ve kulu rabbin aynısı olarak görür.
O halde tasavvufta sahv ile mahv arasında fark vardır. Ama İbn el-Farid sonradan ortaya çıkarılan bu ayırımı kabullenmemiş ve tasavvufçuların inançlarının gerçeğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymak için maskeyi yırtmış ve örtüyü kaldırmıştır. Sahv ile mahv arasındaki bu farkı başkaları kavramasın diye telaşlı bir şekilde arayı kapatmaya çalışmıştır. Tasavvuf dininin baştan beri ve temelde yüce Allah’ın, alemin bizzat kendisi olduğuna iman esasına dayandığını, yaratan ile yaratılan arasında mutlak veya mukayyed, relatif veya sübjektif hiçbir gayriliğin bulunmadığına, mahivde de, sahivde de sofunun halinin aynı olduğuna inanmaya dayandığını vurgulamaya çalışmıştır. Hakkın deliliyle yüzyüze geldikleri zaman başka tasavvufçuların münafıklık yaparak üstü kapalı ve kinaye yolu ile söylerken, İbn el-Farid çılgın bir cesaretle bunların ne demek istediklerini açıkça ifade etmiş ve şöyle demiştir:
“Ne zamana kadar örtülü kalacağım! İşte perdeyi yırttım. Zaten perdenin düğümlerini çözmek, yaptığım biat antlaşmasında vardır.”
Yani Allah’a yaptığı biat akdinde, Allah’ın her zaman yaratıkların suretinde ortaya çıktığını ve zatının onların zatıyla belirlediğini herkesin görmesi için bütün perdeleri yırtacağı ve bütün düğümleri çözeceğine dair söz vermiştir.
İbn el-Farid’in “Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli etti” sözündeki sarahati ve cüretkârlığı düşünün. Zındık herifin Allah için bir zat kabul etmeği reddetmesini ve zatının onun zatının bir eseri olduğunu kabullenmeyi reddedişini görün. “Zatım onun zatına” yahut “Onun zatı zatıma” demiyor. Onun yerine, âlemin gerçek Rabbini tasavvuf dininde yok saymak için “Zatım zatıma” diyor. Her iki durumda da onun (İbn el-Farid’in) zatından başkası yoktur. Azgın ve zalim inkârı görüyor musunuz?!
İbn el-Farid’in yanında ne rab var, ne yaratık var. Yaratan da o, yaratılan da o, var olan ve varı var eden de odur. Yüce rab ancak onun kudretinin eserinden bir eser yahut bütününden kopan başıboş bir cüzden başkası değildir. İbn el-Farid’in dini işte budur. Hakkında ne ile hükmedersiniz?!
“İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir. Çünkü biz biriz.”
Yüce Allah’ın kendisini tavsif ettiği bütün sıfatlarla gerçekte tavsif edilen İbn el-Farid’in kendisidir. Çünkü ezeli, ebedi, kalıcı ve kuşatıcı özellikleriyle gerçek ilahi varlık odur. Şöyle devam ediyor:
“O çağrılınca cevap veren benim, ben çağırılırsam, beni çağırana o cevap ve karşılık verir.
Allah çağrılırsa, İbn el-Farid cevap verir. Çünkü Allah -hâşâ- kendisidir. İbn el-Farid çağrılırsa, Allah cevap verir. Çünkü onun isim ve müsemmasıdır.
İbn el-Farid’in ifadesindeki Allah’a karşı küstahlık ve edepsizliği görüyor musunuz? Allah çağrıldığı zaman, İbn el-Farid’in bütün yaptığı cevap vermekten ibarettir. Ama İbn el-Farid çağrıldığı zaman, Allah’ın cevap vermesi yetmiyor, derhal karşılık vermesi de gerekiyor.
Kendisinin Allah olduğunu iddia etmesi yetmiyor, yüce Rabbin kendisinin ancak sönük bir sureti ve şaşkın bir gölgesinden ibaret olduğunu da vurguluyor. Şöyle devam ediyor:
“Aramızda muhatap tâ’sı kaldırılmıştır. (1) Yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındandır.”
Muhataplık ikiliği gerektiriyor. Çünkü hitap eden ve muhatap olan iki tarafın varlığı şarttır. Onun için İbn el-Fârid, Allah’ın âyetlerinde yahut dua edenin duasında muhataplar arasındaki farkı ifade eden şeyleri inkar ediyor. Kendisinden ayrı herhangi bir ğayrıya veya başkaya hitabın yahut duanın olmasını reddediyor. Çünkü ona göre kendisinden ayrı bir “başka” yoktur ki ona hitab etsin veya duada bulunsun.
İbn el-Fârid’dan Allah’a bir hitap yahut bir dua meydana gelecek olursa, sanmayın ki başkasına hitap ediyor veya dua ediyor. Çünkü hitap kendisinden kendisine oluyor ve dua da kendisinden yine kendisine yönelik bulunuyor.
Perdesi kalkmadan önce “sen sen” diyordu. Ama perde kalktıktan sonra artık “ben ben” demiştir. Gerçek şu ki o “sen” zat ve vücut olarak, bu “ben”den başka bir şey değildir.
İbn el-Fârid, kendisi için sadece yaratıcı rububiyeti ispat etmenin, yüce makamı için yeterli olmadığını görür ve vahdaniyetiyle, sıfat, isim ve fiilleriyle, mülk ve melekûtuyla, rahmet ve ceberutuyla, her şeyi kuşatan ilim ve kudretiyle, varlıkları yaratıp hayatı bağışlamasıyla, kısaca bütün hususiyetleriyle rububiyetin kendisinde olduğunu söyler. Şöyle der:
“Hiçbir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren (1) ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin.
Bulutlardan dökülen hiçbir yağmur damlası yoktur ki zâhirimin feyzinden bir damla içermesin.
Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şâhit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu.
Hayatı hayatımdan olmıyan hiçbir canlı yoktur. Her nefis benim isteğimi ister.” (2)
Her şeyin melekûtunun elinde olduğunu, bütün alemin kendi mertlik ve varlığından meydana geldiğini ve insanlığın bütün iradesinin isteğine uymak zorunda bulunduğunu ifade eden bir zındık hakkında mümin bir kişi nasıl bir hüküm vermelidir? İbn el-Farid şöyle devam ediyor: “O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Efendim, falan kadın öldü. O kadınlardan birinin adını söyledi. Tellal çağırın ve yerinde şarkı söyliyecek bir kadın satın alın, dedi. Kulağımdan tutup şöyle dedi: Fakirlere (yani sofulara) bunu yadırgama.” (Bkz. İbn Hacer el-Askalani, Lisanu’l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.)
İşte tasavvuf azizi İbn el-Farid budur. Dans ediyor, şarkı söylüyor, kadınlar da onunla beraber dans edip şarkı söylüyor ve tef çalıyor. Buna rağmen mensuplarına kendisini tenkit etmelerini de yasaklıyor. Şeyhler böyledir!
……………?……………?
“İkimiz” kelimesi ister istemez biri diğerinden ayrı iki varlığın mevcudiyetine delalet etmektedir. Onun için İbn el-Farid, “İkimiz” kelimesinin vehmettireceği manayı neshetmek için hemen harekete geçmekte ve büyük bir telaş içinde şöyle demektedir:
“Başkası bana namaz kılmış değildir. Her secde edişimde başkasına da namaz kılmış değilim.”
DİŞİLİĞE TAPMA
Anlayamıyorum, neden tasavvufçular her zaman kendisini elde etmek istiyen ve şehvetten çılgına dönen delikanlıyı baştan çıkaran ceylan gözlü ve hûri yüzlü nazlı bir kadının suretinde Allah’ı niteleyip görmek istiyorlar? (1) Neden Allah’ı hep aşık oldukları fettan bir kadın suretinde görmek istiyorlar?
Dişiliğe tapma konusundaki bu bedenî ısrar, seks ateşini tanrılaştıran bu tasavvufi mecusiliğin sebebini kavramak için İbn el-Farid’in nasıl çılgın şehvetler ve ateşli güdülerle tutuşan bir şuur haletine sahip olduğunu ortaya çıkarmaya itmektedir bizi.
Acaba tasavvufçular hayallerinde canlandırdıkları ve azgınlaşan şehvet ateşini söndürmek için, ahlaksız da olsa, bir kadının gölgesine bile abayı yaktıkları için mi kadını hep yüceler yücesi ve arşı her şeyin üstünde olan bir tanrı şeklinde tasavvur ediyorlar? Yoksa iç dünyalarını saran ve yüreklerini yakan fiziki aşk ateşini meşru yollarla söndüremedikleri için mi aşkları onlara Allah’ı her zaman cilveli ve işveli bir kadın suretinde canlandırmaktadır? Yahut al yanakları ve kiraz dudaklarıyla kollarına teslim olan kadını günah küpüne batırıp ona ilahi hakikatin sadece arzu edilen ve elde edilmesi için can atılan cazip bir dişiden ibaret olduğunu mu terennüm ediyorlar? Kısaca, karasevdalısı oldukları kadını aşk tanrıçası mı ilan ediyorlar? Bütün alemdeki gerçeklerin, vücudunun yıllanmış şarabını şehvetlerin içtiği dişiden ibaret olduğunu mu iddia ediyorlar?
Birinci grubu İbn Arabi temsil etmektedir. Haberlerini ileride vereceğiz. İbn el-Farid ise şöyle diyor:
“Oğul hükmünden önce ilk yaratılışta Âdem’e Havva suretinde göründü.
Bir defasında Lübna, birinde Büseyna, bazan da yüce olsun, Azze diye anılır.” (1)
İbn el-Farid, rabbinin Âdem’e Havva suretinde, Kays’a Lübna suretinde, Cemil’e Büseyna suretinde, Kuseyyir’a da Azze suretinde göründüğünü iddia ediyor. Âdem oğullarının annesi gerçekte ilahi hakikatten başka bir şey değilmiş! Dudaklarında haram öpücükler kondurulan ve aşıkların vücudunu saran taşkın şehvetlerin kucağına atılan bütün bu sevgililer tasavvufçuların tanrısından başka bir şey değilmiş! Akıllarını başlarından alan çılgın bir şehvet ateşinin veya sarhoş keyfinin yahut aşıkın gözünü bürüyen arzunun baştan çıkardığı şarkıcılar suretinde görünen tanrı!
İbn el-Farîd, rabbinin dişiliğini ve gecenin karanlığında başbaşa kalıp şehvetini tatmin ettiği kadın vücudu suretinde tecelli edişini vurgulayarak şöyle devam etmektedir
“O kadından başkası değiliz, zaten ondan başkası da olmadık. Güzelliğinde eşsizdir o”
İbn el-Farid ikide bir şarkıcı veya dansöz kadın suretinde görünen rabbinin kendi hakikatinden ayrı bir şey olduğunu yahut sıfatlarının kendi sıfatlarından farklı olduğunu birilerinin tevehhüm etmesinden veya dillere destan olmuş şarkıcı Lübna, Büseyna ve Azze’nin herhangi bir şekilde rabbinin hakikatinden başka olduğunu sanmasından korkmuş olacak ki zihinlere rabbinin kesinlikle dişi olduğunu hemen telkin etmiş ve şöyle demiştir: “O kadından başkası değiliz. Zaten ondan başkası da olmadık…” Yüce Allah’ın şu buyruğu bunları ne kadar güzel dile getirmektedir: “Onlar O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilerden istiyorlar, sadece inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar.” (1)
Allah için söyleyin, bu tasavvufa müslüman gençlik inanacak olursa, başına neler gelir ve insanların başına neler getirir! Buna göre, gecenin karanlıklarında günah bataklığına saplanan bütün aşıklar sevgilisiyle günah işlediği, pençe ve tırnaklarıyla vücudunun sağını solunu ellediği ve dişiliği önünde diz çöktüğü kadınların tasavvufçuların tanrısından başka bir şey olmadığını bilsinler!
Edebiyat tarihçileri de tarihlerini tashih etsinler. Çünkü İbn el-Farid âşıkların sembolü haline gelen Kays, Cemil ve Küseyyir’in ve bütün aşk şairlerinin gazel şaraplarını ancak aşklarıyla kendilerini mahveden sevgililerinin suretinde görünen ilahi zatın kendisi için döktüklerini vurgulamaktadır!
Tasavvufçuların birçoğunun, faziletten yoksun ve şereften uzak müstehçen kadınların isimlerini rablerine vermelerinin sebebini kavradınız mı? Şeytanın ateşine yandığı ve günahlarıyla batırdığı vücutlara tapmalarının sebebini anladınız mı?
Çünkü tasavvuf kahinleri onlara rablerinin her zaman aşk günahları için soyunan ve gece karanlıklarında günahlara davetiye çıkaran kadınlar suretinde tecelli ettiğini vahyetmişlerdir.
Tasavvufun küfründen naklettiğim bu pislikler ve kusmuklar sebebiyle içlerini bulandırdığım ve ruhlarını sıktığım için okuyuculardan özür dilerim. Vicdanları sızlatan ve duyguları öldüren bu ifadeleri okuyunca canlarının ne kadar sıkılacağını ve yüzlerinin hayadan ne kadar kızaracağını biliyorum. Onun için kusura bakmasınlar. (1)
KİME SECDE EDİLDİ?
İbn el-Farid, Allah olduğunu iddia ettiği putperest düşüncelerini tekrardan usanmamakta, buna insanlığın atası Âdem’in ve ona secde eden meleklerin, sonra bizzat peygamberlerin kendisi olduğu iftiralarını da eklemektedir. Şöyle diyor:
“Görünümüme (1) secde edenlerin secdelerini ben de müşahade ettim ve kesin olarak inandım ki secdesinde Âdem’in kendisiydim.”
Tasavvuf kâhinlerinden olan el-Kâşânî bu beyti şöyle açıklamaktadır: Görünümüme secde eden melekleri kendimde gördüm. Kesin olarak bildim ki o secdede Âdem’in kendisiydim. Melekler bana secde ediyorlardı. Melekler sıfatlarımdan bir sıfattır. (2) Secde eden benim sıfatımdır ve zatıma secde etmektedir.” (3)
Kâşânî’nin açıklamasını gördünüz mü? İbn el-Fârid’in açıklamasını yaptığım beyitlerini açıklarken heva ve hevese göre hareket etmediğimden kesin olarak emin olmanız için tasavvufçuların hurafe dinlerini nasıl açıkladıklarına bir örnek olması açısından Kâşânî’nin şerhini kendi lafzıyla naklettim. İnanıyorum ki Kâşânî gibi şerhedemezdim. Çünkü o da İbn el-Farid’in Tâ’iyyesine inanan tasavvuf kâhinlerindendir. Tasavvuf aşıklarının sultanından bu kadar söz etmek sanırım yeterlidir.
İBN ARABİNİN TANRISI (1)
sonraki yazımızda.
/
Lütfen tasavvuf dininden ve anlatanlardan tövbe etmedikleri müddetçe ve iman edip, salih bir amelde bulunmadıkları müddetçe uzak durun.
BOL MİKTARDA BİLGİ EDİNDİM BURADA PAYLAŞACAĞIM.İNŞ.
BeğenBeğen
İBN ARABİ’NİN TANRISI (1)
Tasavvufun bu en meşhuru, tasavvufçular için tuhaf bir tanrı uydurmuştur. Birbiriyle çelişen iki zıddı zatında ve hakiki iki zıddı sıfatlarında toplayan tuhaf bir tanrı! Gerçek varlık o, gerçek yokluk da o, yaratan da yaratılan da odur. Her varlığın kendisidir. Sıfatları da, var ve yok olan her varlığın sıfatlarıdır. Yüce hak ve çirkin batıl o’dur. Deha düşüncenin kendisi ve aptal hurafenin aynısıdır. Zihinde parlayan düşünce ve kaybolan kuruntu ile şaşkın hayal odur. Bir defa olsun meydana gelmesini aklın tasavvur edemiyeceği müstahil o, meydana gelmesi ve imkan dışılığı sözkonusu olmıyan mümkün o’dur. Hareketsiz cansız o, keskin duyarlı can o’dur. Arşın altında secde eden melek o, cehennemde yanan şeytan o’dur. Göz yaşları dökerek tesbih eden rahip o, günahlarıyla genelevini ayağa kaldıran zani o’dur. Allah sevgisi ve korkusu ile yaşıyan fahişe o’dur. Aydınlığıyla alemi kuşatan ışık o, inleri korku ve dehşetle dolduran koyu karanlık o’dur. İbn Arabi’nin rabbinin bazı kimlikleri ve tasavvufi tanrısının bazı hususiyetleri bunlardır.
Onun için bu tağut, buzağıya tapan yahudilerin kurtuluşa erdiklerine, hatta uluhiyetin hakikatini bildiklerine inanır. Musa ile Harun tecellilerinden ne bir parıltıya ne de kapalı iken açılan ilahi sırların bir kıvılcımına bile mazhar olmamıştır. Çünkü buzağıya tapanlar Musa gibi ibadeti soyut bir düşünce ile sınırlı görmemişler, buzağı suretinde tecelli eden rabba ibadet etmişlerdir. Harun’un kavrayamadığı işin gerçeğini onlar kavramışlardır. O da ilahi zata ancak yaratıkların suretinde tecelli ettiği zaman ibadet edileceği gerçeğidir.
İbn Arabi puta tapanların kutsallığına inanmakta, imanlarının doğruluğunu ve tevhidlerinin samimiyetini yüceltmektedir. Yıldızperest sabiilerin, Allah’ın birliğine inanıp ona taptıklarını ve dini ona halis kıldıklarını kabul eder. Üç tanrıya ibadet edenlerin yüceliğine inanır, ama gerçeği tam olarak kavrayamamalarını onlar için bir kusur olarak sayar. Çünkü her varlıkta Allah’a ibadet etmeleri gerekirken onlar sadece üç varlıkta ona tapmışlardır. Halbuki Allah görülen ve hissedilen ile görülmiyen ve hissedilmiyen her şeyin kendisidir. Teslisçiler ona göre yanılmışlardır, çünkü rabbin sadece bazı tezahürlerine veya bazı görünümlerine tapmışlardır. Halbuki ona her şeyde tapmaları gerekirdi. Çünkü açık ve gizli kaldığı her şey odur. (1)
HERŞEY ALLAH’TIR.
Her şeyin Allah olduğunu açıkça belirttiği şu sözlerine bakınız: “Onlar kendisi olduğu halde eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun.” (2) “Arif, hakkı (Allah’ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir.” (3) İbn Arabi’nin tağut dininde “şey” kelimesi, zatı ve hususiyetleriyle bizatihi kaim ve bağımsız olan maddi bütün varlıklar için kullanıldığı gibi, kuruntu, yok olan ve zihinsel suretler için de kullanılır. Görüldüğü gibi İbn Arabi vahdet-i vücuda en açık davet eden, hatta onun mimarı sayılan kişidir.
ALLAH BÜYÜK BİR İNSANDIR
Şimdi de tanrısının eksiklik, acizlik, ahmaklık ve cehalet gibi yaratıkların nitelendiği bütün sıfatlarla nitelenmesi ve onların tanımlarının aynı zamanda Allah’ın tanımı olduğuna dair sözlerine bakalım.
“Her şeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakkı (Allah’ın) tarifidir. (1) Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Âlem onun suretidir. Âlemin ruhu ve yöneticisi de odur. O büyük insandır.” (2)
ALLAH ALEMİN SURETLERİDİR
Alemde görülen bütün suretlerin Allah olduğunu ifade ederek şöyle diyor: “Onlar Hakkın zahiri (görünmesi)dir. Çünkü o zahirdir. Onların batını (gizlisi) de o’dur. Çünkü batın o’dur. Evel de o’dur. Çünkü bunlar yok iken o vardı. Âhir de odur. Çünkü bunlar ortaya çıktıkları zaman Allah onların kendisiydi.” (3)
İbn Arabi rabbini de tarif ederek şöyle diyor: “O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü birşey yoktur. (4) Kendisinden batın olacak bir şey de yoktur. O kendine zahir ve kendisinden gizli (bâtın)dır. Ebu Said el-Harraz (5) diye adlandırılan da odur. Görünen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur.” (6)
İbn Arabi’ye göre Allah’ı bilen gerçek arif, Allah’ın tabiattaki varlıkların suretlerinde sirayet edişini gören ve alemdeki bütün varlıkların suretlerinde Allah’ın bizzat suretini müşahade eden kimsedir. (1)
ALLAH’IN SIFATLARI YARATTIKLARININ SIFATLARIDIR
İbn Arabi tanrısını acizlik ve zilletle, noksanlık ve ahmaklıkla niteliyor. Alçaklık, kötülük ve zilletle tavsif edilebileceğini ifade ederek şöyle diyor: “Hakkın yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını Ogöründüğünü) görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar Hakk’ın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları O’nun için hak olduğu gibi O’nun sıfatları da yaratıklar için haktır.” (2)
İbn Arabi Allah’ın sıfatlarını mecazi olarak yaratıklara verdiğini yahut yaratıkların sıfatlarının mecazi manada Allah’ın sıfatları olduğunu söylediğini herhangi bir insanın tevehhüm etmesinden korkmuş ve birinci şıkta söylenenlerin mecazi manada değil, gerçek manada olduğunu söylemiştir. Onun için “Yaratıkların sıfatları da Hakkın sıfatlarıdır” diyerek mecazi manada değil, gerçek manada böyle olduğunu belirtmiştir. İnsanlara, tanrısı hakkındaki hükümlerinde yahut onu acizlik, noksanlık ve kötülük gibi sıfatlarla nitelemesinde ve diğer yaratıklarla aynı görmesinde bir mecazın bulunmadığını vurgulamak istemekte ve şöyle demektedir: “Allah’ın rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için haktır.” Yani bu sıfatlar aynı zamanda yaratıkların da sıfatlarıdır. Onun için yaratıklar mecaz olarak değil, gerçek olarak Allah’ın sıfatlarını taşırlar. İşte İbn Arabi’nin dini!
TASAVVUFÇULARIN ALLAH’I VARLIK VE YOKLUKTUR
İbn Arabi’nin dininde, tasavvufun tanrısı her türlü varlık ve yokluğu içine alır. Şöyle diyor: “Kendi kendine yüce olan, örf, akıl ve şeriatta ister iyi, ister kötü olsun, hiçbir sıfattan yoksun kalmıyacak şekilde varlık ve yokluğa ait bütün işleri kapsayan kemale sahip olandır. İşte bu, sadece Allah’ın müsemmasına mahsustur.” (1)
Varlığın dirilteceği ve yokluğun yok edeceği hangi tanrıdır bu? Örf, akıl ve şeriatta kötülenebilecek hangi ilahtır bu? İbn Arabi tanrısını bütün kötülüklerle nitelemiştir. Böyle olunca onu örf, akıl ve şeriat neden kötülemesin?!
HER ŞEY TASVVUFÇULARIN ALLAH’IDIR
Yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlar da üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliyye Araplar’ı da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yaklaştıkları gibi ölümden sonra da benzer umut ve emellerle yaklaşıp kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar Allah’tan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran tasavvufçular için ne diyeceksiniz?
İşte tasavvuf kahinlerinden Abdulkerim el-Cîlî’nin sözleri: “Zatı itibariyle yüce olan hakkın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir.O alemin zerrelerinde açığa çıkmış (zahir olmuş)tur.” (2)
İbn Arabi bunu daha açık ifade ederek şöyle demektedir: “Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında hepsi ilah adını vermişlerdir.” (1)
Ne dersiniz, tasavvufçular her küfürden almış ve daha önce kafirlerin ibadet ettiği herşeye ibadet etmiştir, derken aşırılığa mı kaçmış oluyorum! Bizzat tasavvufun kendisi putperestliğin tarihi ve kafirleri saptırmak için İblis’in uydurduğu kokuşmuş şirk bataklığıdır, derken haddi mi aşıyorum?!
Cahiliyye tanrıları olan taşa, ağaca, Firavunculuğun ve Yahudiliğin tanrıları olan hayvanlara, Hıristiyanlık ve aşırı Şiiliğin tanrısı olan insana, Sabiilerin tanrıları olan yıldızlar ve meleklere tapma özlem ve sempatisiyle İbn Arabi’nin iliklerine kadar dolu olduğunu görmüyor musunuz?
Tasavvuf işte bu küfürlerin tümüdür. Altı, üstü, sağı, solu, önü ve arkasıyla kendi küfrü işin cabası! İbn Arabi’nin söyledikleri bu konuda kalblerdeki bütün şüpheleri gidermeye yeterlidir.
KADIN SURETİNE GİRME
İbn el-Farid kadın vücuduna taptığı gibi İbn Arabi de kadın vücuduna tapmıştır. Birincisi iffetini kendisine teslim eden kadına taparken, diğeri isteklerine râm olmaya bir türlü yanaşmayan kadına tapmıştır. İbn Arabi’nin dişiye tapma konusunda ne kadar sarih olduğunu gösteren, Fusu’l-Hikem kitabından bir nakil yapıyoruz:
“Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey! Nikah (kadın-erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Onun için kişinin yıkanması emredilmiştir. Oluştuğu zaman şehvet bütün vücudu kapladığı için vücudun tamamı yıkanmıştır. Şüphesiz Allah kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusl) ile onu temizlemiştir. (1) Çünkü bundan başkası olmaz. Erkek Allah’ı kadında müşahede ederse, buna münfailde müşahade denir. Kadının kendisinden zuhuru açısından kendisinde müşahade ederse, buna da failde müşahade denir. Kendisinden oluştuğu varlığın suretini gözönünde bulundurmadan kendi nefsinde müşahade ederse, buna da vasıtasız Allah’tan münfail olanda müşahade denir. Allah’ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah’ı fail ve münfail olarak, özellikle kendisi de münfail olarak müşahade etmektedir. Onun için Rasûlullah kadınları sevmiştir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir. (2) Zira Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahade edilmez. Allah’ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (kadın-erkek münasebeti)dir.” (3)
İbn Arabi’nin bütün dinini bu ibarelerden çıkarabilirsiniz. Tasavvuf tanrısının en mükemmel ve tam şekilde tecellisinin şehvet küpü haline gelen erkeğin musallat olduğu ve etini budunu okşadığı kadın suretinde tecellisi olduğuna inanmaktadır. Gecenin karanlıklarında birbirinin vücutlarından yararlanan âşıkların tasavvufun tanrıları olduğuna inanmaktadır. Günah sarhoşluğunu kendilerine yorgan edinen âşık ve zanilerin gece karanlığında her türlü cinayetlerini işlerken bütün günah, lezzet, şehvet ve karanlıklarıyla aslında birer tasavvuf tanrısı olduklarını söylemektedir. Şehvet ve lezzetlerini bir dişide değil, rezalet fırtınasına tutulmuş günah küpüne dönüşen tasavvufi tanrıda tatmin etmişlerdir.
Ondan sonra İbn Arabi, maddenin en derin çukurlarına çılgın bir hızla yuvarlanarak şunu bize vurgulamaya çalışmaktadır: Tasavvuf tanrısı maddi bir şeydir. Ancak ve ancak maddede görülür.
Ey tasavvufu savunanlar! Tasavvufun özü ve ruhu işte budur. Tasavvufun en büyük kahini bunu bütün dünyaya sarahaten ilan ederek “Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahade edilmez, varlık bakımından mevcudatın aynısıdır, muhdesat (sonradan olan) diye isimlendirilenler onun yüce zatıdır ve ondan başkası değildir” demektedir. (1)
HIRİSTİYANLIKTAKİ TECESSÜD (BİR VARLIĞIN VUCUDUNA BÜRÜNME) VE TASAVVUFTAKİ TECESSÜD:
Bu konuda İbn Arabi’den daha fazla nakil yaparak okuyucuların yaralarına tuz ekmek istemiyorum. Ancak şunu belirtmek isterim ki sofuluk, Hıristiyanlığı baştan çıkarıp hidayet ve doğruluğundan uzaklaştırınca, ruhani kutsallık ve münzevi rahiplik onun saflığını bulandırınca üç ilaha tapmağa dönüşerek katıksız tevhidden sapmış, yine de tasavvuftaki kadar her varlığı tanrı sayarak her şeye tapma derecesine inmeden yüce Allah’ın risaletle şereflendirdiği ve insanlar arasından seçtiği tertemiz bir zatı seçmiş, yüce Allah’ın en büyük tecessüdü olduğuna inanarak ona tapmıştır. Hz. İsa’nın Allah’ın tecessüd ettiği insan olduğuna inanıp taptığı için de Allah’ın ebedi lanetine, gazabına, cehennem azabına uğramıştır.
Ama tasavvufun şeyhi ekberi küfürde kahredici en alçak çukura düşmüş veya küfrü bu dereceye düşürmüştür. Bu derece alçalarak Allah’ın leş ve putlarda, Samiri’nin buzağısında, Hz. Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söyliyerek ona tapmıştır.
İBN ARABİ NİÇİN KADINA TAPMIŞTIR?
Tasavvufun şeyh-i ekberi bir defasında Şeyh Mekinuddin’in kızına aşık olmuştur. Nerede? Mekke’de!
Çılgın âşık, kadının vücuduna ulaşıp pençe ve tırnaklarını ona nasıl saplıyacağının yollarını aramış, onunla başbaşa kalması için yalvarmış, kendisini ona teslim etmesi için yüzsuyu dökmüş, ama iffetli kadın, bir canavarın iffetiyle oynamasını kabul etmeyip hayâ zırhına bürünerek defetmiştir. Kadın kendisini temiz bir kalp için sevmiş, o ise şehvetten gözü dönmüş bir ceset için istemiştir. Onu iffet ve dindarlık için istemiş, kendisi ahlaksız ve orta malı olmasını istemiştir. Bunu gören kadıncağız canavar pençelerinden uzaklaşmış ve isteklerini reddetmiştir. Bunun üzerine İbn Arabi kadının nazenin tenine ve iffetli cesedine ulaşma hülyasıyla “Tercümânu’l-Evşâk” divanını yazmıştır. Belki kadın insafa gelir ve kendisiyle beraber uçuruma yuvarlanır, ona vücudundan bir parça, kanından bir avuç bağışlar diye düşünerek aşkını şiire dökmüştür. Ama iffetli kadın onu güllerle çevrili hareminden uzaklaştırmış, şeref ve namusuna toz kondurmamıştır. Duyguları nezih, iffetli, temiz, şerefi parlak ve ahlakı örnek bir kadın olmanın dışında yaşamayı reddetmiştir.
Ne dersiniz? Elde edememenin ümitsizliği İbn Arabi’nin aşkını söndürmüş müdür? Hayır. Aksine ruhunu, vücudunu sarmış, fitne, istikrarsızlık, üzüntü, sıkıntı ve ızdırapla doldurmuştur. Ümitsizliği gitmediği gibi alevi de sönmemiştir. Bu sefer divanını tasavvuf dini ile şerhetmiş, vücudunu ellerine teslim etmiyen bu iffetli ve namuslu kadının, çok güzel bir kadının vücuduna bürünen bir rab olduğunu, ancak ilahi hakikatin en güzel tecessüdü ve zuhuru olduğu için kendisini sevdiğini, onu arzularken aslında rabbinin kadınlığını ve güzel vücudunu arzuladığını vurgulayarak belirtmiştir. Ancak kadın günahları avuçlayan tasavvufi bir tanrı değil, sadece ve sadece iffetli ve namuslu bir kadın olarak kalacağını söylemiştir.
İbn Arabi mitoloji yolunda devam ederek onu yüceltmiş ve apaçık bir tasavvufi gerçek halini kazanıncaya kadar onun reklamını yapmıştır. Ona apaçık ve sarih bir vücut vermiş, kendisiyle beraber ve kendisinden sonra onun gibi zındıklar da desteklemiştir. Bu şekilde tasavvufçular Leyla, Büseyna ve Suad diyerek gazel okumuştur.
Bunun ne demek olduğunu sorduğunuz zaman tasavvufçular cahilliğinize dudak bükerler. “Zavallı! Rabbimizin güzel bir kadın olduğunu hâlâ bilmiyor, oynayıp şakırdayan, saçılıp dökülen şarkıcının ilahi tecellilerin en yüce ufku ve haramlar girdabı cesedinin yüce rabbimizin cesedi olduğunu, baştan çıkaran bir ceset ve kara bir rezalet olarak Allah’ın o kadın olduğunu bu miskin bilmiyor” diyerek birbirlerine göz işaretleri yaparlar. (1)
TASAVVUFUN TANRISI KULLARA MUHTAÇ
Yüce Allah “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeğe layık olan Allah’tır” (Fatır 15) buyuruyor. Ama tasavvufçular kullara muhtaç bir tanrıya inanıyorlar. Varlığında, bilgisinde, kalıcılığında, yeme içmesinde, gizlilikten sonra açığa çıkma, yokluktan sonra meydana gelme ve yok olmasını önlemede kullara muhtaç bir ilaha inanıyorlar.
İbn Arabi şöyle diyor: “Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır.” Yine şöyle devam ediyor:
“Sen ahkamla (1) onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise, onun özelliği de odur. Emir, ondan sana olduğu gibi senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona “beni mükellef kıl” dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez.
O bana hamd eder, ben ona hamd ederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim.” (2)
İbn Arabi’nin bize uydurduğu, tasavvuf kutuplarının inanıp secde ettiği tasavvufun tanrısı işte budur!
İbn Arabi ilmini ve kitaplarını direkt Rasûlullah’tan aldığını, levh-i mahfuzdan vasıtasız yazdığını iddia etmiştir. (3) Vahdet-i vücud inancını sistemleştirip tevhid inancına meydan okurcasına halka sunması, Kur’ân âyetlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sıratı müstakim üzere oldukları, Firavun’ın imanı kamil bir mümin olduğu gibi Nuh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığı, nimetini tadmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz. Harun’un İsrail oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığı, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun suretlerinden bir suret olduğu, Nuh kavminin Ved, Yeğus, Yeûk, Suva’ ve Nesr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü oldukları, ateşin azap değil, tatlılık olduğu, rahmete uğramıyan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığı, bir şey var olmadan önce Allah’ın onu bilemiyeceği, çünkü bir şeyin varlığı ilmin varlığı demek olduğu, hatta her şeyin varlığının Allah’ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri birçok saçmalıkları söylemesine rağmen, İbn Arabi bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullah’tan aldığını söylemiş ve Rasûlullah’ın bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini iddia etmiştir.
Kur’ân’a ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu saçmalıklara rağmen İbn Arabi bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pekçok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri islâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca “Lailahe İllallah, Muhammedün Rasûlullah” diyen İslâm ümmeti içinde hâlâ evliyanın büyüğü ve asfiyanın kutbu olarak görülmüş ve adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır. İşte tuhaf olan budur!
ABDULKERİM EL-CİLİ’NİN TANRISI (1)
Bir sonraki yazımızda.
///
Bakara 134 ve 141 de Rabbimiz : “Onlar bir ümmetti gelip geçti, Onların kazandıkları kendilerinin sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” buyuruyorken ben bu adamların yaptıklarını yazmaya meraklı değilim.
Ancak bu adamların yaptıklarıyla oyalanan ve
ve bu siteye komşu sitelerde veya başka sitelerde maalesef tasavvufi yazılar yazan yazar ve yorumcu kardeşlerimiz var, ucundanda olsa tasavvufa bulaşmış kişilerin hakikatten sapmaması, gerçeklere ulaşması ve ümmet olmamızı engelleyen rölativist yaklaşımdan uzaklaşması için yazıyorum.
BeğenBeğen
Sayın S;
O kadar fazla hatanız, o kadar bilgi eksikliğiniz var ki, neresinden başlanır neresinden cevaplanır gerçekten yanıtlanması güç bir soru. Size şimdiden bir okuma programı yapsak, minimum sekiz on sene anca bazı şeyleri anlayabilecek kıvama gelebilirsiniz. Cehalet bir şey dir, cehaletle “gösteriş yapmak” çok başka bir şey. Cehaletinin bilincinde olan cahille uğraşmak başka bir şeydir, bir şey bilmediğinin bilincinde olmayanla uğraşmak başka bir şey. Siz daha çok bu ikinci kategoriye uygunsunuz. Madem ki “iddialarınızın sağlamlığına” o kadar çok güveniyorsunuz, o halde bu durumda bize düşen “güvendiğiniz dağlara kar yağdırmaktır”. Madem ki talep ediyorsunuz, o halde ben de tasavvuf konusunda atıp tutmalarınızı, yalan yanlış “eleştiri”lerinizi satır satır ve madde madde cevaplayacağım. En baştan yazdıklarınızdan başlayalım. Kullandığınız mantığı paramparça edeceğim! Hadi başla Numan!
Büyük ihtimalle, size atfen söylediklerimizin etkisinden olacak, nihayet elinize bir Aristo kitabı alma zahmetine katlanmış ve Aristo insanları nasıl tarif etmiş bir bakmışsınız. Hemen şunu söylemeli ki, yanlış kitapta bunu aramışsınız. İnsan konusu hakkında Politika adlı eser hiç de iyi bir seçim değil. Çünkü insan konusundan ziyade, devlet yönetim biçimlerinin farklı modaliteleri ele alınıp işlenir. Siz kitabı elinize aldığınızda birkaç cümle okuduysanız Aristo’dan “kiminle sidik yarıştırdığınızın” farkına varmış olmalısınız. Ve “yazsam yazsam Numan’a cevaben ne yazsam” diye sorduğunuzda kendinize, üstünkörü bir tarzda ve kitabın başka bölümlerini muhtemelen iyice okuyup idrak etmeden, berbat bir seçimle ve “kendi tezinizin aleyhine olarak” şu iki cümleyi seçmişsiniz:
“İnsanlar arzularına son olmadığı için, bu arzuları tatmin edecek vasıtalara da son olmamasını isterler.”(Aristo, Politika1)
“Arzu öyle bir şeydir ki hiç doymak bilmez; birçok insanların hayatı arzuları doyurma yollarını aramakla geçer”(A.e, a.y.2)
Sonra da sanki cümlelerin manalarını anlamış gibi büyüklük taslayıp “Sayın Numan buyurun işte Aristo Mantığı!” şeklinde –her zaman yaptığınız gibi- uyduruk bir “iddiada” bulunmuşsunuz. Bir de büyüklük taslayıp “İsteyen üstüne alsın” diye eklemişsiniz. Hay hay kardeşim, başım gözüm üstüne. Siz bu cümlelerden veya genel olarak Aristo eserlerinden ve düşüncesinden habersiz olduğunuz için, bu konuların cahili olduğunuz için, zannetmişsiniz ki bu cümle şu Kur’an ayetleriyle “çelişir”:
Ahzab 36 : Allah ve Resulu bi işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme (özgürlüğü/mantıkda kullanamaz) hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resülüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.
Yukarıdaki ayetin parantezli kısımlarını “kendi heva ve hevesinize göre”, “kendi kafanıza göre”, “kendi tuğyanlarınıza danışmak suretiyle” yorumlayıp doldurmuşsunuz. Yerinizde olsam “kendi yorumlarımı Kur’an-ın önüne” geçirmezdim. Oysa Elmalılı’nın mealinde bu ayet şöyledir:
Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne isyan ederse açık bir sapıklık etmiş olur.
S hazretleri aç da gözünü bak. Burada herhangi bir “mantık” söz konusu mu ki “kafana göre” “mantık kullanılamaz” diye uyduruyorsun. Ayette söz konusu olan şey açıkça “seçme” veya “tercih”tir, yoksa mantık değildir. Bu ayetin bize işaret ettiği, her hal ü karda galip olan Seçim veya Hükm’ün, Allah’ın Seçim’i ve Allah’ın Hükm’ü olduğudur. Başka bir tarzda söylenirse, İlahi Takdir ve İlahi hüküm, insani takdir ve insani hükümden her daim üstündür. Allah her zaman kulu için en güzel olanı seçeceğinden ve kul için en hayırlı olana hükmedeceğinden, Allah’ın seçimine ve hükmüne itiraz veya İlahi Hükm’ü reddetmek, insanın aleyhinedir. Burada “ey kul mantık kullanma!” gibi abuk subuk bir yorum ancak sayın S gibi bir cahilin işi olabilir. Yazdıklarımı bir okusaydın yukarıda veya iyice-adamakıllı anlasaydın Gazalî’nin şu sözünü hatırlar ve sapık supuk yorumlar yapmaktan vazgeçerdin: “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz”
Sayın S’nin kafir ilan ettiği mutasavvıflardan biri olan Mevlânâ der ki:”Allah’a köle-esir olmak dışında hiçbir özgürlük yoktur”. Bir bakın sayın S’nin ayete bakışına, bir de bakın Mevlana’ya.
Aristo “İnsanlar arzularına son olmadığı için, bu arzuları tatmin edecek vasıtalara da son olmamasını isterler” demiş. Ne de doğru söylemiştir. Evet, S hazretlerinin “arzu ve ihtiraslarında” herhangi bir son olmadığı için, Mevlana’ya saldırmaya doyamıyor. Çünkü “İNSAN NEFSİ HER ZAMAN SAHİP OLABİLECEĞİNDEN DAHA FAZLASINI” ister. Nitekim Aristoteles “Arzu öyle bir şeydir ki hiç doymak bilmez; birçok insanların hayatı arzuları doyurma yollarını aramakla geçer” demek suretiyle işaret ettiği hakikat budur. Bu ifade yanlış mıdır? Yalan mıdır? Kur’an’a aykırı mıdır? Tabiki hayır. İnsanoğlu hiç durmadan kendi hırslarının peşinden koşar, bu sebeple insan acizdir, zayıftır. Aristo burada insanoğlunun zayıf bir yönüne dikkat çekmektedir ki bu görüş onun devlet anlayışının da önemli bir parçasını oluşturur. Aristo’nun insanın zayıflığı üzerine yaptığı bu vurgu “Mantık” konusu bağlamında değil “acziyet ve zayıflık” bağlamında ele alınmalıdır. Tıpkı Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetlerde insanın aciz ve zayıflığının belirtildiği gibi:
Nisa 28: “Allah (din hususundaki) ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.
Nitekim Aristo’nun belirttiği gibi “insanın arzuları doymak bilmez”.
Başka bir ayet şöyle diyor:
Enfal 66: “Şimdi Allah sizden yükü hafifletti ve sizde bir zaaf olduğunu bildi…”
Aristo’nun cümlelerini “hırs ve heva” ile okumasaydınız, siz de bu cümlelerdeki hakikat payını takdir ederdiniz. Ama hayır, siz maksatlı okuyorsunuz, bir hakikat bulmak için değil, “açık aramak” için okuyorsunuz. Size bir şey söyliyeyim mi “nah!” bulursunuz. Zaten bulamadığınızdan dolayı ödlekçe bir üslupla “Biliyorum ki Aristo’nun güzel sözleri de var ama her güzel söz söyleyenin peşinden gidilmeyeceğini anlatmıştım” demişsiniz. Ve bunun için Bakara 256 ayetini “ispat” göstermişsiniz. İyi de ya siz diğer ayetlerde olduğu gibi Bakara 256 ayetini de doğru anlamamışsanız? Söylediklerinizden o anlam çıkıyor ki Bakara 256’da “her güzel söz söyleyenin peşinden gidilmez”. Bakalım öyle mi?
Bakara 256: Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah’a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.
Siz bu mübarek ayetleri “kalp gözünüzle” değil “hırsınızla” okuyorsunuz. Bundan dolayı Allah gözünüzdeki perdeyi kaldırmıyor. Çünkü Allah’a bir adım atmıyorsunuz. Atsanız O size “on adım” atacak. Ey cahil, bu ayet senin anladığın gibi değil. Bu ayet “her güzel söz söyleyenin peşinden gidilmez” anlamına gelmez, bilakis “rahmet diye tağutlara yapışan ve “Allah’ın İp”ine sarılmayanların artık kendi yollarına bırakılması gerektiği, çünkü “dinde zorlama” olmadığı anlamına gelir. Dileyen dilediği yolu seçsin, ister Hak, ister batıl. Bu ayete “güzel söz söyleyenlerin peşinden gitmeyin!” diye mana vermek sapıklıktır. Çünkü en güzel sözler “Allah’ın Habibi Hz. Muhammed”indir. Ve en güzel Söz Allah’ın Sözü’dür.
Bu yazdıklarım daha bir başlangıç. Her sözüne her cümlene yapışacağım. Cümlelerinin satır aralarında gezen şeytanları teker tekar ortaya çıkarıp yüzüne çarpacağım! Bekle, devamı var!
BeğenBeğen
Okuyunuz NEFAHATÜ’L-ÜNS’ü, ne diyor orada tasavvufun en ileri gelenlerinden MOLLA CAMİ bakınız. İlk müslüman sufilerin daha fazla takva için Suriye bölgesinde hıristiyanlara sorduklarını ve onların önerisi üzerine ilk tekkeyi (zaviyeyi) yaptıklarını ve hiristiyantann MANASTIR’Iara çekildiği gibi kendilerinin de ZAVİYE’lere çekildiklerini. İnsaf ediniz Sayın Garbi müslüman nasıl daha takvalı olacağını Allah’ın Kitab’mdan, Resulünün Sünnetinden öğreneceği yerde hıristiyanlardan öğrenenleri mi örnek alacağız, yapmayınız böyle, yakışmıyor müslümamım diyenlere…
Demiş sevgili S hazretleri. Molla Cami’nin belirttiğinden “daha ilerisini” örnek vereyim size. Sufi İbrahim Ethem bir hristiyan Aziz’i üstat kabul edip, ona “bağlanmıştır”. Fakat ne o hristyan Aziz hristiyan olmaktan, ne de İbrahim Ethem Müslüman olmaktan vazgeçmiştir. Her ikisi de kendi dinlerinde “sabit” kalmışlardır. Bu küçük kıssayı S efendinin gözüyle okursak ne anlarız? Tabi ki İbrahim Ethem’in katlinin vacib olduğunu! Bunun nedeni hiç şüphesiz cehalettir.Hazreti Ali “Cennetteki dostum kâfir olacak ise, cehenneme gitmeyi tercih ederim” diye boşuna dememiştir. Bir hakikate ve bir gerçekliğe işaret etmiştir.
S efendi zannediyor ki, bir Müslüman öğrenilebilecek ve “gerçekleştirilebilecek” bir Hikmet ile karşılaştığında, onu “kendi malı gibi” görüp kabul ettiğinde Müslümanlıktan çıkmıştır. Peki sevgili S, bilmezmisin ki Hazreti Muhammed Hadis’inde “İlim mü’minin yitik malıdır” buyurmuştur? Bu hikmetli Hadis, tıpkı “İlim Çinde de olsa… gidin alın” Hadis’i Şerif-i ile örtüşmektedir. Peki, İlmi Çin’den alan Taoist midir? Cevap ver! İlmi Yunan’dan alan Putperest midir? Cevap ver! İlmi Hindistan’tan alan Budist midir? Cevap ver! İlmi modern Avrupa’dan alan diye bir örnek verilemez, çünkü Kurtuluş ve Hikmet, modern Avrupa’nın sonsuz derecede uzağındadır! Bunu da öğren!
“Resulün sünnetinden öğreneceği yerde…, hristiyanlardan öğrenenleri örnek mi alacağız”.Buyuruyor S hazretleri..
Bak yavrucum. Eğer “İlim Çinde de olsa..” şeklindeki Hadis-i anlamış olsaydın, hristiyanlardan öğrenenleri örnek mi alacağız diye kabadayılık yapmazdın. Sen Hadis-i Şerif’i ve Hazreti Peygamber’i anlamamışsın ki! Bilginin “ırki ve dini” ayrımların üstünde olduğunu, bilginin “evrensel” olduğunu söylüyor Hadis. Hadis ile ilgili diğer açıklamalar için daha önce yazdıklarımı tekrar oku, çünkü anlamamışsın. Bilgi ve Hikmet “evrensel”dir kardeşim, “yerel ve milli” değil.
Yukarıda demiştim ki Platon okumak “şerefsizlik” değildir, Hadisteki hükmü yerine getirmektir. Yine demiştim ki “bilgiyi milliyetçi kalıplar içinde piç etmek, haysiyetsizliktir”
Sen bilginin ve Hikmet’in ne olduğunu bilir misin?
Sayın S, senin devlet yapın, sağlık modelin, sanat modelin, bilim modelin, giyimin kuşamın tümüyle modern Avrupa menşeli. “Örnek aldığın” model bu! Dayılanacaksan, külhanilik yapacaksan git onlarla uğraş! Aha orda “tuğyan”. İslam’ın büyük Veli’lerine, Cüneyd-i Bağdadi’ye, Bayezid-i Bistami’ye, Hallac’a sataşacağına, bilgiçlik taslayacağına, bir dön de kendi boklu devletinin insanlarına ve altına kaçırmış cümlelerine bak!
BeğenBeğen
İBN ARABİ’NİN TANRISI
Muhyiddin İbn Arabi, Şam şehrindeki bir camide Cuma namazı kılınırken, avludan içeri girer ve caminin giriş kapısına doğru yönelir. Kapıya varınca, kapıyı tekmelemeye ve yumruklamaya başlar. Şaşıran cemaat arkaya bakar. İbn Arabi cemmate yönelerek şöyle der:
“Sizin taptığınız Tanrı benim şu ayaklarımın altındadır”
Cemaatin şaşkınlığı arttığı gibi, öfkesi de artmıştır. Çünkü karşılarında bir “zındık” ve “koca bir tuğyan” vardır. Bu durumda ne yapmalıdır cemaat? Tabii ki katletmelidirler. Çünkü “tuğyanla savaş” farzdır. El hak öyledir.
Bu sözlerinden ve diğer “şathiyyat”larından ötürü, “tuğyanla savaşan mücahidler”,8 Kasım 1240 tarihinde vefat eden Arabi’nin türbesini unutulmaya terkettiler ve bakımını yapmadılar.
Arabi durduk yerde niçin böylesi keskin bir söz söylemişti? Arabi “tuğyan”ın ne olduğu bilmiyor muydu? “Tuğyanla mücadele” nin ne olduğunu bilmiyor muydu?
Yavuz Sultan Selim’in aklında bu sorular vardı. Bu soruların cevabını arıyordu. Mısır seferi dönüşü esnasında, Şam’da bulunduğu bir gün, Yavuz Sultan Selim, İbn Arabi’nin o meşhur sözü söylediği camiye gider. Caminin avlusuna girer ve yanındakilere sorar:
“Arabi bu sözü söylediğinde tam olarak neredeydi?”
Yanıtlarlar: “İşte, tam şuradaymış”.
Yavuz Sultan Selim, bunun üzerine etraftaki bir kısım insandan sözün söylendiği yeri kazmalarını ister.
Sözün söylendiği yer kazılır. Ve oradan bir küp altın çıkar. İşte “Sizin Tanrınız (para)benim ayaklarımın altındadır”…
Gördüğü bu manzara üzerine, Yavuz Sultan derhal İbn’ül Arabi’nin kabrinin yeniden onarılmasını ve tamir edilmesini emreder.1516 yılında yılında, İbn’ül Arabi’nin türbesi tamir edilir ve mübareğin türbesinin yanına bir cami ve bir de “tekke” yapılır. Türbe daha sonra II.Abdülhamid döneminde tekrar tamir ettirilir.
Selam ve Dua ile..
BeğenBeğen
HALLAC’IN TANRI’SI VE SARHOŞLUĞA DAİR
Aşağıda verilecek olan yazı, 20. yüzyılda yaşamış olan Cezayir’li bir Veli’nin müridlerinin istafedesi için yazdığı bir kitabından alınmıştır. Bahsin başlığı “Ariflerin Fena’dan sonraki sözleri hakkında” dır.
Mutasavvıfların “şarap” dediklerinde “tekirdağ rakısı” nı “kadın” dediklerinde “hülya avşarı”, “Saki” dediklerinde “barmen”i, “Her şeyde Allah’ın bir Vech (yüzü)vardır” dediklerinde” “lağım çukurunu” kastetmediklerini anlayanlara ithaf olunur:
٧٨- قال رضي الله عنـه :
اَلصَّحْوُ وَالْمُرُوءَةُ مُوَافَقَـةُ اْلإِخْوَةِ إِلاَّ مَا يُحَذِّرُهُ الْعِلْمُ
Şeyh Ebu Medyen el-Gavs radıyallahuanh buyurdu ki:
“Sahv ve mürüvvet, -ilmin kendisini uyardığı şey hariç-
her konuda ihvan ile uyumlu olmaktır”.
Ayıklık (sahv) ve sarhoşluk (sekr) müritlerin en güzel amaçlarındandır. Ancak yukarıda da ondan söz edildiği gibi o “dayanak” olması itibariyle sarhoşluk (sekr) daha önceliklidir. Çünkü ayıklık (sahv) ancak sarhoşlukta (sekr) sağlımlık kazandıktan sonra olur. Ariflerin katında sarhoşluk (sekr) olarak adlandırılan şeyin vesilesiyle Tevhid’in bir gereği olan müridin sarhoşluğı gerçekleşince artık ondan istenen, ayıklık olarak ifade edilen Beka’ya geri dönmesidir. Fakat bu ayıklık, sahip olduğu hiçlik’in varlığından dolayı genellikle müride zor gelir. Yukarıda geçtiği gibi marifetin dili kendisini Fena’dan sonra Varlık’a (sebat) çağırınca dönmek farz-ı ayn olur. Bazen de bu, o kimseye caiz olur. Fakat ilmin kendisini uyardığı şeyler konusunda ihvanla uyumu zor olur. Bazen ilim onu bütün manasız ve içinde helak kokusu bulunan sözlere karşı uyarır. O zaman müride gereken şey, ancak o ilmin tersinin gerektirdiği şeyi yapmaktır. Fakat ayıklık ve mürüvvet ihvanla uyumu gerektirir. Çünkü onlara muhalefette çok açık bir zarar vardır. Bir arif, bu baptan olmadıkça bir kısım hakikatleri ifşası sebebiyle asla belaya uğramaz. Yani, belaya uğrarsa ancak onların kendisini uyardıkları şeyler konusunda ihvana uymaması sebebiyle olur. Ve bu, onun mürüvvetini de bozan bir şey olur. Hallac radıyallahuanh’ın gizlemesi gereken bazı şeyleri ifşa etmekten dolayı hakkında vuku bulan olaylar da, Şeyh Şibli, Şeyh Cüneyd ve bu ikisinin dışındaki ihvanının onu uyarmasından sonra vuku bulmuştur. Onların çağdaşı olan arkadaşlarından birinin dizeleri yeterlidir:
“O sırrı ifşa ederlerse eğer, kanları helal olur
Sırları ifşa edenlerin kanları helal görülür zaten”
Şürayşi’nin “Ra kafiyeli şiiri”nin şarihinin İbn-i Haldun’dan -rahmetullahialeyhima- naklettikleri: Hallac, Şeriat ve Hakikat Ehli’nin fetvasıyla öldürüldü. Sonra der ki: O sırrı ifşa etti ve cezalandırılması farz oldu. Şeyh Ebul Abbas el-Benna, radıyallahuanh, der ki: O konuda ihtilaf ettikten sonra Hallac’ın öldürülmesinde herkes ittifak etti. Cüneyd, Şibli ve Cerirî o konuda muhalefet edenlerdendir. Bir kısmı onun boynunun vurulmasına, bir kısmı hapsinin uzatılmasına, Cüneyd ve Şibli ise onun öldürülmesine fetva verdiler. Hallac’ın kendisi bile, “Müslümanlara düşen beni öldürmektir!” dedi. Bunu Şeyh Ebu Muhammed bin Abdüsselam el-Makdisi radıyallahuanh rivayet eder ve der ki: Hallac bir gün Bağdat’taki Mansur Camii’ne girer ve şöyle der: “Ey insanlar! Toplanın ve söyleyeceğim sözü dinleyin.” Bunun üzerine büyük bir halk kitlesi başına toplanır. Bir kısmı onu sevenler, bir kısmı da onu reddedenlerdir. Der ki: “Şunu iyi biliniz ki; Allah benim kanımı size helal kıldı. Beni öldürün!” Topluluk ağlar. Sonra zahit bir zat olan Abdullah el-Vedud ona doğru ileri çıkar ve “Ey Şeyh! Beş vakit namaz kılan, oruç tutan ve Kuran okuyan bir adamı nasıl öldürürüz?” Hallac da, “Ey Şeyh! Kanları helal kılan anlam, namazın, orucun ve Kuran okumanın dışındadır. Beni öldürün ki, sevap kazanın ve rahat edin. İşte o zaman sizler birer mücahit olursunuz, ben de şehit!” Sonra gitti. Ben de onu evine kadar izledim ve ona, “Ey Şeyh! Bunun anlamı nedir?” dedim. O da, “Ey genç! Müslümanlara farz olan şey benim öldürülmemdir. Şunu bil ki; onların beni öldürmeleri, haddleri yerine getirmek ve şeriatla beraber kalmalarını sağlamaktır. Haddi aşana haddler uygulanır.”
Yine öldürüldüğü ve asıldığı sırada Hallac’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Ey Allahım! Her yönde tecelli eden ve bütün yönlerden beri olan Sensin! Senin varlığının hakikatindeki, benim hakikatindedir! Benim varlığımın hakikatindeki, senin benim hakikatime muhalif olan varlığının hakikatindedir! Çünkü benim senin hakikatindeki varlığım nasutîdir. Senin benim hakikatimdeki varlığın ise lahutîdir. Nitekim benim nasutiyyetim senin lahutiyyetinde ona karışmaksızın yok olmuştur. Senin lahutiyyetin ise benim nasutiyyetimi örtmeksizin istila etmiştir. Senin kıdeminin hakikati, benim sonradan meydana gelmeme rağmen senin kıdem elbiselerinin altında bana bahşettiğin nimetlere şükretmem için beni rızıklandırmandır. Öyle ki, bana senin Vechinin bilgisi açılmasıyla ben ağyarımı kaybettim. Senin sırrının gizliliklerinden bakmaya izin verdiğin şeyleri kendimden başkasına haram saydım. İşte bunlar, senin kulların! Beni öldürerek sana yaklaşmak ve senin dinini savunmak için toplandılar. Onları bağışla! Eğer bana keşfettiğin şeyleri onlara da keşfedip açsaydın yapmazlardı. Onlara örttüğün şeyi bana da örtseydin bu derde müptela olmazdım. Hamd sanadır daima!”
BeğenBeğen
“SIRR”A DAİR
٧٩- قال رضي الله عنـه :
اَلْحَدِيثُ مَا اسْتُدْعَيْتَ مِنَ الْجَوَابِ ،
وَالْكَلاَمُ مَا صَدَّقْتَ مِنَ الْخِطَابِ
Şeyh Ebu Medyen el-Gavs radıyallahuanh buyurdu ki:
“Söz (hadis), sana karşı cevap gerektiren şeydir,
Konuşma (kelam) ise muhatabının seni tasdik ettiği şeydir”.
Bu hikmette konuşmak isteyen kimselere Konuşma’nın (kelam) tanımından bahsetti. “Söz”ün (hadis) de sana karşı cevap gerektiren şey olduğunu bildirdi. Dolayısıyla onun çerçevesinden çıkıp da ondan başka şeye sapma! Her söz (hadis) senden gereğini ister.
Her insan, konuşması (kelam) karşılığında rehindir ve ayrıca kalbi ve dili de buna dahildir. İçinde bir fayda barındıran şeye ya da onu söyleyecek bir şahsa vermen gereken bir cevap yoksa o şeyi başından sav! Sen içinde bulunduğun durumu ve onun gerektirdiği cevabı bilebilirsin. Fakat soru soranların tabakaları vardır; ya hal diliyle soranlar vardır ya da konuşma diliyle soranlar! Dolayısıyla onların sorularını bütün yönleriyle anla ve ona göre cevabını ver. Böylece senin sözün (hadis) faydalı bir söz olur. Aynı şekilde konuşman (kelam) da muhatabının seni doğrulayacağı şey olmalıdır. Yani konuşmak istediğinde sana tasdik olarak dönecek şeyi konuş ve sana zıttıyla dönecek şeyi konuşma. O zaman hem sana hem de onu dinleyene bir fitne olur. Sahabelerden biri Nebiyy sallallahualeyhivesellem’e der ki: “Ya Rasulallah! Senden duyduğum herşeyi söyleyeyim mi? Buyurdu ki: İnsanların akıllarının ermediği söz (hadis) hariç! Çünkü onlardan bazılarına bir fitne olur. Onların Allah’ı ve Resulü’nü yalanlamalarını ister misiniz?” İşte bundan dolayı müride gereken, kendine ve başkasına ancak bir fayda olarak dönecek şeyi konuşması ve bildiği herşeyden bahsetmemesidir. Hikem-i Ataiyye’de der ki: “Müşahede ettiği herşeyi ifade eden, her bilinen şeyi hatırlatan birini görürsen bununla onun cehaletinin varlığına hükmet!” Bunun anlamı, yani onun hikmet sahibi olmadığıdır. Çünkü hikmet sahibi insanların seviyelerine iner ve kişilere hakettiklerini verir. Çünkü insanların akılları birbirinden ayrı ve tabakaları çeşitlidir. Yetişkinlerin yemeği bebeğe zarar verir. Babanın yemeğini çocuğunun kursağı alamaz. Her yemek ehli için hazırlanmıştır. Ve her ilim ait olduğu vakitte rehindir. Sallallahualeyhivesellem buyurdu: “İlmin bir kısmı gizlenmiş bir surettedir. Onu Allah’ı bilen alimlerden başkası bilemez. Eğer onu açığa vursalar Allah ile aldananlar onu inkar ederler.” Evet! Onu izhar ederler; ama ehline aşama aşama ve azar azar. Herşey hakkındaki bilgisini anlatan kimse, tazim gerektiren bu ilim hakkında hiçbir şey bilmeyen bir cahildir. Ve onun bu ilmi sıradanlaştırmasından (ihane), onun hakkında konuşanın bile aklına hayaline gelmeyecek zararlar doğar.
Ey mürid! Sana tasdik olarak dönmeyecek şeyi konuşmaktan sakın! Aksi taktirde insanların katında yalancılıkla ve bühtanla taşlanırsın. Onlar bundan geri durmazlar ve bununla da yetinmezler daha da ileri gidip sana ve bu değerli şana mensup kimselere de söverler. O vakit buna sebep sen olursun. Bir şeye sebep olan kimsenin sebep olduğu şeyde çok büyük payı vardır.
Konuşmak istediğinde sana ve Peygamberin sallallahualeyhiveselleme’e kadar olan silsilene tasdik olarak dönecek şeyi konuş. “Kim güzel bir yol başlatırsa onun sevabı ve onunla amel eden herkesin sevabı Kıyamet Günü’ne kadar onun olur.” En mükemmel rıza ve rıdvan onların üzerine olsun, O’nun ashabının siretini gördüğün halde bunu nasıl yapmazsın! Onlar sırları nasıl gizlediler, korudular, tazim gösterdiler ve yücelttiler. Onların güzel siretlerinin gidişatları nasıldı! Öyle ki, bizim de onların siretlerine uymamız üzerimize farzdır. Çünkü Sallallahualeyhivesellem buyurdu ki: “Size gereken benim sünnetim ve benden sonraki raşid halifelerin sünnetidir. Onlara azı dişlerinizi sıkarak da olsa dayanın!”
Sır saklama konusunda onlardan gelen haberler sana ulaşmıştır. Onların bu konu hakkındaki sözleri pek çoktur. Onlardan biri de Selman-ı Farisi radıyallahuanh’ın, “Dostum Muhammed sallallahualeyhivesellem’in bana söylediği herşeyi size söyleseydim ‘Allah Selman’ı öldürene rahmet etsin!’ derdiniz” kavl-i şerifidir. Bu topluluğun imamı ve onları temeli olan Seyyidina Ali kerramallahuveche’nin kavl-i şeriflerinden biri: “Habibim Muhammed sallallahualeyhivesellem ilimden iki zarf verdi. Onlardan birini saçtım. Diğerini söylesem bunu bundan ayırırsınız. Ve mübarek başıyla boynunu işaret etti.” Ebu Hureyre radıyallahuanh’ın kavl-i şerifi: “Bildiğim herşeyi size söylesem beni günahla itham ederdiniz.” Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne ait kavl-i şeriflerden biri de, Zeynelabidin radıyallahuanh’ın şu kavl-i şerifidir:
İbn-ül Arabi el-Hatemi radıyallahuanh der ki: “Bir alime gereken şey, ilmini ona muhtaç ve susuz olan bir kalbe vermesidir. Bu vasıfta olan birini bulamazsa o zaman ilmini “taşıyacak” birini bulana dek araştırsın ve çok sabırlı olsun. Balı ebucehil karpuzunun kabuğuna koymasın!”
BeğenBeğen
BİR VELİ’NİN ŞİİRİ
Ey Allahım, yüzünün güneşi Seni bilenlerin kıblesidir
Senin kaşlarının yayı tüm canların mihrâbıdır
Tüm kalblerin Mescid-i Aksa’sı Senin dar yolunun mabedidir
İstikametimize bak, çünkü bizim bakışlarımız Sana’dır.
Dünya bir ıstırap ve imtihan meskenidir
Huzur ve istirahat mekanı değildir.
Keyif ve memnuniyet yeri bu dünyada ne gezer?
O halde Hidayetin anahtarı
Her halükarda Allah’ı hatırlamaktır
Bu dünyadan sonrasını arayan efkârlanmıştır
Öbür dünyadan sonrasını arayan mükâfatlandırılmıştır
Padişah’tan sonrasını arayan memnundur.
Bu dünyayı arzulayan delidir.
Sema’yı arzulayanın bir sebebi vardır:
Amacı Ev’in Padişah’ıdır.
Kimi Sema’yı kazanma hevesindedir:
Kimi de Canan’ı.
Kimin bayrağında “Herşey O’dur” yazıyorsa, o kişi mutludur.
Ey Cennet,
Seninle alakadar değilim: Öyle sözü çok uzatma!
Ey Cehennem:
Senden korkmuyorum: Bana kendinden bahsetme!
Nedir mutluluk?
Allah’ı sevmekle alakadar olmak
Ve mahlûkat aşkını defetmek.
Kim hak yol üzeredir bilir misin?
Fakirliğin ne olduğunu bilen.
Derviş olmak demek,
Üzerine az bir suyun serpiştirildiği
Elenmiş bir toprak yığını olmak demektir.
Öyle bir şeydir ki bu toprak
Ne (üzerine basanların)ayak tabanlarını incitir
Ne de (onların)ardında bir toz izi bırakır
Nedir fakirlik?
Riyakârlıktan uzak bir zahir
Ve huzurlu bir bâtındır.
Fakirin ne adı ne de utanması vardır
Ne barış tanır ne de savaş.
Fakirin suyu kuyudandır
Ekmeği de görünmez ülkeden.
Ne kafasında bir vesvese vardır, ne de cebinde bir altın.
Cübbe ve takke giymekle erişilmez bu mertebeye
Nurlanmış bir kalbin gayretiyle erişilir bu saadete
Kara gözlü hurilerin memnuniyeti uğruna
Kim bilginin acısını yemekten vazgeçmişse
Onun bilgisinin saflığı bozulmuştur
Eğer derviş Bizzat Allah’tan başka bir şey ararsa
Allah’tan ona doğru açılan kapı suratına kapanmıştır.
Ne mutlu bir mahaldir hiçlik!
Islanmışsındır, su üstünde yürüyorsan.
Bir sineksindir havada uçuyorsan.
Aşık ol eğer Adam olmak istiyorsan!
Sabırda sebat, nimeti artırmada bir yoldur
Gece uyumama ve dua kocakarı işidir.
Hac seyahat için bir fırsattır.
Zekat için mal dağıtmak, hayırsever kişi içindir
Aşık ol:
Bu bir şey yapmaktır!
İlim bir deryadır sahilsiz
Alimin canı o sahilde bir işaret levhasıdır.
Hallac “Ben Hakk’ım” dedi ve daracağını taçlandırdı
Abdullah “Hakk” dedi ve taçlandırıldı
Hallac bir dediyse ben bin söyledim
O yüksek sesle söyledi,
Ben, sessizce.
Kim şu üç şeyi biliyorsa, şu üç şeyden kurtulmuştur:
Hâlik’in hilkatinde hiçbir hata yapmadığını bilen, bahane uydurmaktan kurtulmuştur.
Kısmetin taksimatında hiçbir kayırmacılık yapmadığını bilen, kıskançlıktan kurtulmuştur.
Neyden yaratıldığını bilen, kibirden kurtulmuştur.
Ne yaptığına bir bak,
Layık olduğun şey odur çünkü
Hakiki amel ne namaz ne de oruç manasındadır
Hakiki amel mağlubiyet ve gereklilik manasındadır
Aciz günlük ekmeğini kazanmış ne gam?
Kendi halini gizleyene asla daha azı verilmez.
Göstere göstere arayana da asla daha fazlası verilmez.
Allah’ın taksim ettiği şey ne zırnık kadar artar
Ne de bir lahza gecikir.
Acemiler kendi dillerine (uygun olanı) konuşur
Üstatlarınsa ne konuşmaya mecali vardır
Ne de ifade etmek için vasıtası.
Susar isem, bu delidir derler
Konuşur isem, bu hakka yabancıdır derler.
Allah’ın lutfu gelir ansızın
Fakat sadece uyanık bir kalbe.
İnsana umut bağlama
İncinirsin çünkü
Umudunu Allah’a bağla ki
Kurtuluşa eresin.
Adam olmak ve acıyı bilen biri olmak için gayret et.
Ey Allahım, Hakkı vermediğin kişiye neyi verdin?
Hakkı verdiğin kişiye neyi vermedin?
Sarhoş ol ama nara atma!
Aşırı git ama gürleme!
Aciz ve suskun ol:
Sağlam testi ellerde dolaşır
Lakin kırık testi omuzlarda taşınır
Hidayeti arzuluyorsan, muzdarip ol!
Fenâdan sonra Beka’yı ara.
Sahip isen sevin!
Sahip değilsen ara!
BeğenBeğen
TÂĞUTA KÜFÜR, TÂĞUTUN YAPTIĞI İYİLİKLERİ İNKÂR EDİP GÖRMEZDEN GELMEYİ DE KAPSAR
Bakara 256’daki âyet: “Fe men yekfur bi’t-tâğuti / Kim tâğuta küfrederse…” diye başlıyor. Âyette geçen “tâğuta küfretmek” nasıl olur ve neleri kapsar? Bu soruyu cevaplamak için “küfür” nedir, onu tahlil etmek gerekir.
Küfür, “ke-fe-ra” fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibadetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keffare(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah’ın varlığını, ayetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır. Küfür kelimesi, Türkçe’de inkâr kelimesiyle karşılanır. Küfretmek; inanmamak, inkâr etmektir.
Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır (16/Nahl, 106).
“Küfür”, “iman”ın zıddıdır. Küfrü tanımak için zıddı olan imanı tanımak gerekir. İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar. Demek ki küfür de “birini sözünde tasdik etmemek, onaylamamak, kabullenmemek ona itimat etmemek, onu gönülden benimsememek, ona güvenmemek demektir.
Küfür kelimesinin yukarıdaki anlamından yola çıkarak, “tâğuta küfretmek”, tâğutun varsa nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâr etmek gerekiyor, demek zorundayız. Buraya kadar küfür kelimesinin salt lügat anlamından çıkan zarûri bilgileri aktarmış olduk. Kelimenin bu anlama geldiğinden “tâğuta küfür” kavramını bu doğrultuda şöyle açıklamamız gerekir:
Tâğuta nasıl küfredilir, tâğutun neyini, nesini inkâr edip örteceğiz, neyi yok sayacağız? Tâğutun kendisini yok saymak, görmezlikten gelmek, onun varlığını inkâr etmek kast edilmiş olabilir mi? Hayır, olamaz! Çünkü tâğutun varlığını kabul edecek ki, onun hükümlerinin veya mahkemelerinin varlığını anlasın ve kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmesin (4/Nisâ, 60). Varlığını kabul edecek ki, ondan (tâğuta kulluktan) kaçınsın (16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17).
Küfür, aynı zamanda nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek, yani nankörlük demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, nankörlük anlamında kullanılır. Nankörlük, nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak demektir.
Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça’dan geçerek yerleşmiş bir kelimedir. Arap dilinde nankörlük; “küfrân” ya da “küfrânü’n-nimeti” kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nankör kimseye de “kâfirü’n-nimeti” denilir. Nankörlük; bir insanın başka bir insana karşı ya da Rabbine karşı nankörce davranmasına göre iki yönden ele alınabilir. İkinci tür nankörlük, insanın Rabbine karşı olan nankörlüğüdür. Zira bunda, insanın küfre girme ihtimali büyüktür. Her ne kadar küfür ile nankörlük ilk bakışta birbirlerinden tamamen farklıymış gibi görünseler de aralarında çok yakın bir benzerlik vardır. Birincisinde; Allah’ın varlığını, birliğini ya da inanmamızı emrettiği hükümlerini inkâr etme söz konusudur ki, bu açıkça küfürdür. Allah’ın verdiği nimetleri inkâr etmek, onları unutmaya çalışmak ya da unutmuş görünmek de haddi zatında küfürdür. Zira her iki durumda da, ikrar edilmesi vacib olan hakikatleri inkâr etme söz konusudur.
Kur’ân-ı Kerim’de, insanların Allah’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, “nankör” ve “nankörlük” kelimelerinin, “küfr” kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “…Nankörlük ettikleri için (bimâ keferû) onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör (kefûr) olandan başkasını cezalandırır mıyız?” (34/Sebe’, 15-17)
“Yanında kitabdan bir ilim olan kişi; sen yerinden kalkmadan önce onu sana getirebilirim, dedi. Süleyman tahtı yanına yerleşivermiş görünce; bu, şükür mü edeceğim yoksa küfür (nankörlük) mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lütfundandır. Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de (ve men kefera) bilsin ki Rabbim Ganî’dir, Kerîm’dir” (27/Neml, 40)
“Allah, size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misâl verir; her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler (keferat bi-enumi’llâh). Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık açlık ve korku belâsını tattırdı” (16/Nahl, 112)
Yukarıdaki âyet meallerinin ilkinde geçen “nankörlük ettikleri için” sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. “Nankör” kelimesi de “kefûr” sözünün mealidir. Aynı şekilde, ikinci ve üçüncü âyetlerde geçen “nankör” ile “nankörlük” kelimelerinin tümü, “küfr” kelimesinin türevleridir (Halid Erboğa, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 50-51).
İşte, Farsçadan Türkçeye geçtiği şekliyle nankörlük demek olan Kur’an ifadesi olarak “küfür” Kur’an’daki ikinci anlamıyla nimeti tanımamak demektir. Nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, işte bu anlamda, nimeti görmezlikten gelme, yani nankörlük anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Kur’an’da 30 âyette geçen “küfür” kelimesi, “nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak” anlamında kullanılmıştır. Kur’an’ın en doğru tefsiri yine Kur’an’la yapılır. Kur’an’daki “Tâğuta küfür” (2/Bakara, 256) kelimesinin tefsiri de, Kur’an’dan yola çıkarak; “iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Tâğuta küfür” kavramını başka türlü izah etmek zordur. Eğer buradaki “küfür” kelimesinden “red, reddetmek” anlamı kast edilseydi, “redd” kelimesi kullanılırdı. Bilindiği gibi reddetmek anlamındaki “redd” kelimesi Arapça’dır ve Kur’an’da (türevleriyle birlikte) tam 62 yerde kullanılmıştır. Başka yerde kullanılan “redd” kelimesi, Bakara 256’da kullanılmamış, “küfür” kelimesi kullanılmıştır. Demek ki, buradaki küfür kelimesini “redd” anlamı vermek doğru değildir. Zaten Kur’an’da diğer âyetlerde de “küfür” kelimesi, redd anlamında kullanılmamıştır ki, bu âyette kullanılmış olsun. Ama küfür kelimesi, Kur’an’da tam otuz yerde “nimetleri, iyilik ve yardımları yok saymak, iyilikleri örtmek, inkâr etmek” anlamında kullanıldığına göre, bu âyette de o anlamda kullanılmıştır diyebiliyoruz.
Kur’an, bizden tâğutların iyiliklerini örtmemizi, onların yardım ve iyiliklerini görmezden gelip yok saymamızı, yani inkâr etmemizi istemektedir. Kur’an bunun örneğini de bizzat kendi tavrıyla gösterir. Meselâ Kur’an, bazı (tâğut olmayan) kâfirlerin bazı olumlu taraflarını ifadeden kaçınmaz: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder…” (3/Âl-i İmrân, 75). İçki ve kumar hakkında da benzer tavır takınılır: “Sana şarap ve kumar hakkında sorarlar: De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak, her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür…” (2/Bakara, 219). Fakat Kur’an, hiçbir âyette tâğut kategorisine giren İblis’in, şeytanın, Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi şahısların olumlu taraflarından bahsetmez. Onların iyi taraflarını örter, yok sayar.
Kur’an, onların hiçbir iyiliğini görmezlikten gelerek örnek olduğu gibi, bizim de tâğutlar konusunda benzer tavır takınmamızı, onların iyiliklerini örtmemizi, yani küfredip inkâr etmemizi istiyor. Çünkü o tâğutlar, sıradan kâfir gibi değildir. Biz, tâğut olmayan kâfirlerin olumlu yönlerini anlatabiliriz. Ama tâğutların asla. Çünkü onlar, yüz binlerce belki milyonlarca insanın şirke düşmesine, Allah’a isyan etmesine ve Cehenneme doğru adım atmasına insanları teşvik ediyorlar, hatta zorlayıp yönlendiriyorlar. Kişileri Allah’ın indirdiği kanunlardan mahrum bırakıyor, kendi kafalarından çıkardıkları hükümlerle insanlara hükmederek onları Allah’ın azâbına sürüklüyorlar. Böyle büyük cinayetler işleyen tâğutların insanlara dünyevî yönden bazı faydalar sağlaması gündeme getirilecek önemde midir? O küçük faydaların göz önüne getirilip inkâr edilmemesi, o tâğutların büyük cinayetlerini örtbas etmeye götürebilir. Kanserden can çekişen bir adamın ayağındaki mantarla uğraşmak veya binlerce adam öldürmüş seri katil bir canavar kişinin bu cinayetlerini görmezden gelip dilenciye verdiği yardımı öne çıkarmak gibi bir şeydir bu.
Kur’an, o yüzden sıradan kâfirlerden ayrı “tâğut” kavramından bahseder ve bu özellikteki insanlara karşı tavır almamızı, onları (yaptıkları iyilikleri) inkâr etmemizi emreder. Bunu iman için bir esas kabul eder. Bu imanî esası çok iyi anlayan peygamberlerden hiçbiri, kendi dönemlerindeki tâğut saydıkları yöneticileri en küçük çapta olumlu bir özellikleriyle zikretmemişler, onların hep kötülük odakları olduğunu bildirip onlarla hep mücadele etmişler. Sadece kendileri onlara tavır almakla yetinmemişler, kavimlerine onlara kulluktan, yani itaatten kaçınmaları gerektiğini ısrarla hatırlatmışlardır: “Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibadet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36). Tâğutların bazı iyi taraflarını gündeme getiren kimse, nasıl tâğuttan kaçınır? Allah’a karşı bu kadar azgınlaşan, tuğyan eden tâğutun iyi tarafı olduğu nasıl kabul edilir? Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tâğutlar, sadece kâfir değil, aynı zamanda zâlim ve fâsıktırlar (5/Mâide, 44, 45, 47).
Kur’an’da iki çeşit yönetici vardır. Biri, hoşlanmadığımız durumlarda bile itaat etmek zorunda olduğumuz, Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bizden olan yönetici, yani “ülü’l-emr”(4/Nisâ, 59). İkincisi, hiçbir halde itaat edemeyeceğimiz, onun iyi taraflarını bile kabul edemeyeceğimiz kötülük odağı, şeytanın siyasal versiyonu “tâğut”. İşte bu ikinci yöneticiyi aynı zamanda inkâr etmemiz, iyiliklerini örtmemiz iman için şart koşuluyor (2/Bakara, 256). Güne kâfirlere ültimatomla başlamamız Peygamberimizin sünneti: Her sabah ilk işimiz namaz kılmak. Sabah namazının ilk kıldığımız sünnetinin ilk rekâtında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn” sûresi okumak sünnettir. Bu sûrede “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (109/Kâfirûn, 1, 2, 6). Günümüzü de benzer bilinçle kapatıyoruz: Gece, en son kıldığımız namaz yatsıdan sonra vitir namazı. Onun da en son rekâtında okuduğumuz kunut duası. Bu duada “ve nahlau ve netrukü men yefcuruk” diye Allah’a söz veriyoruz. Yani diyoruz ki: “(Ey Allah’ım!) Biz Sana isyan eden (fâsıklık, fâcirlik yapan) kişiyi (yönetimden, liderlikten) hal’ edip alaşağı ederiz, onu kendi haline terk ederiz.” Nahlau (hal’ ederiz) derken kullandığımız hal’ kelimesi, “ehl-i hal’ ve’l-akd” denilen yöneticiyi azletme ve yeni bir yönetici atama konusunda ehil olan şahısların yaptığı iştir. “Yöneticiyi makamından indirmeye, alaşağı etmeye” hal’ etme denir. Ve netrukü: Terk ederiz, onu yardım(cı)sız bırakır, onunla ilişkilerimizi keseriz, ona destek olmayız, onu inkâr ederiz. İşte, bizim namazımız bile tâğutlara bir ültimatom ve onlara karşı nasıl tavır takınacağımıza dair bir ahid ve söz verme, bir siyasi bilinçtir.
Not:
Tâğut Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Kur’an-ı Kerim’de toplam 8 yerde kullanılmıştır): 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğuta küfredip (onu inkâr edip reddederek) Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” (2/Bakara, 256)
“Allah, iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlere (inkâr edenlere) gelince, onların dostları da tâğuttur, onları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.” (2/Bakara, 257)
“Kendilerine Kitap’tan nasip verilenleri görmedin mi? Cibte ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.” (4/Nisâ, 51)
“Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğutun huzurunda muhakeme olmak (hükümlerine boyun eğmek) istiyorlar. Hâlbuki ona küfretmekle (tâğutu inkâr etmekle, tekfir etmek, lanetlemekle) emrolunmuşlardır.” (4/Nisâ, 60)
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” (4/Nisâ, 76)
“De ki: Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size haber vereyim mi? Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar ve tâğuta tapanlar çıkardığı kimseler. İşte bunlar, yeri (durumu) daha kötü olan ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır.” (5/Mâide, 60)
“Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibadet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.” (16/Nahl, 36)
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18)
Ahmed KALKAN
Eğitimci Yazar
BeğenBeğen
S.A.
Burdan Çok Önemli Bir Duyuru Yapacağım.
15 Mart Pazar günü saat 13;00 de çok önemli bir konu üzerinde Konferans Var.
Kafamızdaki en önemli sorunun cevabını almak için ve başka yerde hatta başka zaman bulamayacağınız bir konferans, taa fizan da olsak gelmemiz gereken bir konferans.
Çünkü bu konuyu bu topraklarda bence en en güzel anlatan kişi Mehmet PAMAK. inş.
Bence bu konferansa gelenler islami mücadelede yöntem ve ehveni şer bağlamında 80 yıllık (veya 700 yıllık) anlayışlarını düşünmeye başlayacak, şirk tevhid bağlamında nerde olduklarını anlayacak, savrulmalarının Kuran Sünnet bağlamında ki yerini görecekler.
“İSLAMİ MÜCADELEDE YÖNTEM SORUNU VE EHVEN-İ ŞER ALGISI”
KONUŞMACI; MEHMET PAMAK 15.3.2009 13,00
ve bu duyuruyu “ilim mü’minin yitiği” gereğince yaygınlaştırmanızı istirham edeceğim.
BeğenBeğen
s.a. ilk gönderdiğim mesajda noksanlık var
onu yayınlamayın bunu yayınlayın .
BeğenBeğen
S.A.
Burdan Çok Önemli Bir Duyuru Yapacağım.
15 Mart Pazar günü saat 13;00 de çok önemli bir konu üzerinde Konferans Var.
Kafamızdaki en önemli sorunun cevabını almak için ve başka yerde hatta başka zaman bulamayacağınız bir konferans, taa fizan da olsak gelmemiz gereken bir konferans.
Çünkü bu konuyu bu topraklarda bence en en güzel anlatan kişi Mehmet PAMAK. inş.
Bence bu konferansa gelenler islami mücadelede yöntem ve ehveni şer bağlamında 80 yıllık (veya 700 yıllık) anlayışlarını düşünmeye başlayacak, şirk tevhid bağlamında nerde olduklarını anlayacak, savrulmalarının Kuran Sünnet bağlamında ki yerini görecekler.
“İSLAMİ MÜCADELEDE YÖNTEM SORUNU VE EHVEN-İ ŞER ALGISI”
KONUŞMACI; MEHMET PAMAK 15.3.2009 13,00
Strazburg Cad NO:28 Sıhhıye/ANKARA
TEL:0312 229 79 76
ve bu duyuruyu “ilim mü’minin yitiği” gereğince yaygınlaştırmanızı istirham edeceğim.
BeğenBeğen
S kardeşim, adınızı bağışlarsanız memnun olacağım. Sanıyorum adınız Selahaddin olacak -yanılıyor da olabilirim, eğer yanılıyorsam kusurumu bağışlayın-. Evvelde sürç-ü lisan eylediysem affola, şamar yüzümde iz kala. Bugünkü ve şu anki Vakt’in kandil olması vesilesi ile, ve bu anın başka anlarla mukayese kabul etmemesi nedeniyle, Bir olduğuna Şehadet ettiğim Allah’ın, kandilinizi mübarek kılmasını diliyorum sevgili Selahaddin kardeşim.
BeğenBeğen
s.a.
Numan Abi evet doğrudur, ençok kullandığım isim Selahattin. Estağfirullah güzel abim. Rabbim her ikimizide bağışlasın.
Abi asıl ben kusur işlediysem siz de beni affedin, sizin şahsını üzecek bir şeylere kasıtlı olarak nefsim adına tevessül etmemeye çalıştım, ancak bir zerre miktarı kırdımsa özür dilerim ve bu “özrüm” ile aynen “tövbem” de olduğu gibi kendime bir şeyler katarım. Çünkü bu müslümanlığımın gereğidir.
Numan Abi biz kandil kutlamıyoruz aslında (ama Allah’tan af dileyerek, sizinle kardeşlik bağımın vesilesi olması amacıyla ), kandilinizin mübarek olsun.
Selam Sevgi Saygı ve Muhabbetle…
Selahattin
BeğenBeğen