24.06.2006 CUMARTESİ | ||
[YORUM – PROF. DR. ATİLLA YAYLA] Demokratik cumhuriyet fikrinden ziyade totaliter cumhuriyet fikrine yakın duran çevreler, bazı tezleri mütemadiyen tekrar ediyorlar. Olabildiğince çok tekrarın tezlerini doğru hâle getireceğini veya onlara itiraz edilmesini imkânsızlaştıracağını sanmaları bunun baş sebebi olsa gerek. Basitleştirilmiş ve bilinçaltına işleyecek şekilde formüle edilmiş propaganda esasen totaliter sistemlerin propaganda yöntemidir. Totaliter propaganda, hap hâline getirilmiş fikirlerin basit ifadelerle devamlı olarak tekrarına ve fikirlerin temsil ettiği şeylere karşı tehdit teşkil ettiği ileri sürülen bir düşman yaratılmasına dayanır. Türkiye’deki cumhuriyetçi propagandanın, siyaset psikolojisi açısından bir analize tabi tutulursa, birçok bakımdan totaliter özelliklere sahip olduğu kolayca tespit edilecektir. Ne var ki, totaliter propaganda tarzı uzun vadede kendi kendini tahribe yol açacak özellikleri de bünyesinde taşır. Devamlı tekrar, beyin yıkamayı ancak geçici bir süre için başarabilir. Zaman ilerledikçe etkili olması ve işe yaraması için propagandanın dozu mecburen artırılır. Bu, ufak miktarlarla uyuşturucu kullanmaya başlayan kimsenin tatmin olmak için her seferinde daha fazla uyuşturucuya ihtiyaç duymasına benzer. Ancak, propaganda sınır tanımaz ve her anı işgal eder şekilde yoğunlaştıkça, genişleyip derinleştikçe, insanlar söylenenlerin hayatın gerçekleriyle çakışmadığını, ilgi alanlarıyla sınırlı da olsa, anlar. Sonunda, propagandayı ciddiye almamaya başlar. Propagandanın şifrelerini çözücü yol ve yöntemler geliştirir. Meselâ, söylenenleri tersinden okur, propaganda malzemesine sıradan bir gürültü veya görüntü muamelesi yapar. Yirminci yüzyılın totaliter rejimlerinde olan buydu. Türkiye’de totaliter cumhuriyet propagandası sahasında olmakta olan da önemli ölçüde budur. Cumhuriyetin kurucusu da sahibi de halktır Türkiye’deki propaganda mekanizması taklit ettiği totaliter sistemlerdeki kadar gelişmiş ve incelmiş olmamakla beraber, ülkenin egemen cumhuriyet söylemi ve bu söylemi çeşitli unsurlarıyla halka taşımada kullanılan yol ve yöntemler ve bu esnada sergilenen tarzlar totaliter sistemlerdekilere birçok bakımdan benzemektedir. Ancak, ülkemizde hem totaliter propagandanın komikliğe ve toplumu terörize etmeye varacak ölçüde abartılması hem de açık toplum alanının klasik totaliter sistemdekilere göre daha geniş olması sayesinde insanlar totaliter propagandanın pompaladığı bilgi ve görüşlere teslim olmamakta, onları devamlı sorgulamakta ve alternatif kaynaklardan edinilen bilgi ve görüşlerle karşılaştırmakta ve test etmektedir. Bu yüzden, totaliter cumhuriyetçiler, bütün çabalarına rağmen, toplumu arzu ettikleri ölçüde manipüle edememekte, beyinleri tam olarak ve geri dönüşü olmayacak şekilde yıkayamamaktadır. Bu başarısızlık onları çok öfkelendirmekte ve propagandayı koyulaştırmaya itmektedir. Sonuçta totaliter cumhuriyetçiler fasit bir dairenin içinde dolanıp durmaktadır. Türkiye’deki totaliter cumhuriyetçi propagandanın kodlarını çözmek için önce tarihle sonra egemen cumhuriyet fikriyle ilgili bazı yanlışları düzelterek işe başlamak gerekmektedir. İlkiyle ilgili olarak söylenmesi gerekenler şunlardır: Türkiye Cumhuriyeti’ni ordu değil, sivillerden-politikacılardan müteşekkil TBMM kurmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi de cumhuriyetin kurucusu değildir. Tersine, erken cumhuriyetteki totaliterleşme eğilimlerinin ve niyetlerinin bir sonucu olarak CHP kurulmuştur. Bu partinin bir devlet partisi olarak görülmesinin sebebi de budur. O, dönemin tek particilik ruhuna uygun şekilde, siyasî gücü tekel altında tutmanın ve toplumu dönüştürmenin aracı olarak tesis edildi. Ortaya, klasik anlamda bir parti olarak değil, toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz edecek, partiyle devleti aynılaştıracak, egemen kesim içinde elit dolaşımını sağlayacak bir ağ olarak çıktı. Bu yüzden, CHP, aynen iki cumhuriyetin kavgası gibi, kendi içinde kavgalı bir partidir. Bir yanda totaliter dönemin mirasını demokrasi çağında yaşatmaya çalışan CHP ve diğer yanda demokratik kurallara uymaya ve gerçek bir demokratik siyasal parti olmaya çalışan CHP. Bu parti 1946-50 sürecinde ve bir ara Ecevit’in liderliğinde totaliter yanını, tamamen tasfiye edemese bile, bastırma çabasına girmiş; ancak tam manasıyla muvaffak olamamıştır. Şimdi de parti lideri Baykal, CHP’nin demokratik yüzünün kuvvetlendireceğine dair emareler vermektedir. Ancak, bu hususta iyimser olmak için henüz vakit çok erkendir. Cumhuriyet fikriyle ilgili olarak ise şu noktaların altı çizilmelidir: Cumhuriyet, rejim türleri arasında bir türdür, Tanrısal bir yaratık, vazgeçilmez bir tarz, hiçbir zaman hata yapmayacak bir kavrayış değildir. İnsanî gelişme cumhuriyetle zirveye varmış ve adeta noktalanmış gibi konuşmak ve yazmak insanî birikimin zenginliğinden ve gelişim sürecinden haberdar olmayışın işaretidir. Tarihte cumhuriyetlere atfedilebilecek iyi şeyler de olmuştur, kötü şeyler de. En kötü despotizmlerin bazıları, gerek uzak geçmişte gerekse 20. yüzyılda, cumhuriyet rejimleri adına, cumhuriyet rejimleri tarafından yapılmıştır. Her dönem ve her yer için insan haklarıyla, günümüzde demokrasiyle harmanlanmayan cumhuriyet tatbikatları, hem mahallî hem evrensel ölçekte insanlara çok zarar vermiştir. Esasen, yalnız başına bırakılmış cumhuriyet fikrinde gayri medenî bir nüve vardır. Cumhuriyet bir ideal vatandaş (erdemli insan) nosyonu etrafında kaba zoru (polis-ordu) ve kurumsallaştırılmış ince zoru (mecburî, merkeziyetçi eğitim) kullanarak insanları tek tipleştirme peşinde koşar. Nasıl temellendirilirse temellendirilsin, tek tipleştirme amacı gayri meşrudur ve tek tipleştirme çabalarının yolunu kesecek şekilde insan hak ve özgürlüklerini peşinen saygı göstermeyen ve bu hak ve özgürlüklerle sınırlandırılmaya razı olmayan hiçbir cumhuriyet tercihe ve saygıya layık olamaz. İkinci olarak, bizim cumhuriyetimize övgünün aşırı abartıldığının altı çizilmelidir. Bizdeki cumhuriyetçi propaganda sanki Türkiye Cumhuriyeti insanlık tarihinde kurulan ilk cumhuriyetmiş ve kendi tarihimizde de cumhuriyetin kurulmasından önce beş para eder bir şey yokmuş havasını basmaktadır. Oysa, Türkiye’nin cumhuriyeti gelmiş geçmiş birçok cumhuriyet arasında bir cumhuriyettir. Ne eşsizdir ne de biriciktir. Üstelik, bu sayfalarda daha önce yayımlanan yazılarımda vurguladığım gibi, 80 küsur yıllık tarihi bir bütün değildir, birbirini nakzeden iki döneme ayrılmaktadır. Abartılı cumhuriyet propagandası doğası gereği cumhuriyeti bir araç olmaktan çıkarmış, bir amaç hâline getirmiştir. Ne yazık ki bu, Türkiye’de başka alanlarda da vuku bulan bir şeydir. Demokrasi de, laiklik de, din de bir araç olmaktan uzaklaştırılıp amaç hâline getirilmekte ve onlar insana hizmet edeceklerine insanlar onların aracı, hizmetkârı durumuna düşürülmektedir. Bunun neticesi, elbette, bazen yozlaşma bazen de baskıcılık olmaktadır. Üçüncü nokta, Türkiye’de mütemadiyen cumhuriyetin bitmez tükenmez bir tehdit ve tehlike altında olduğu propagandasının yapılmasına rağmen, ciddî bir tehlikenin ve tehdidin mevcut olmamasıdır. Türkiye’de cumhuriyet fikrine ve cumhuriyet rejimine karşı çıkan kişi ve gruplar, bildiğim kadarıyla pek yoktur. Keşke olsaydı, olabilseydi, olmasına müsaade edilseydi; meselâ, cumhuriyet rejimi yerine anayasal monarşiyi savunanlar bulunsaydı ve onlarla cumhuriyet fikrini savunanlar tartışsaydı. Bu özellikle totaliter cumhuriyetçilere çok fayda sağlardı; böylece hem sadece slogan tekrarı yapmaktan kurtulma yolunda bir müşevvike sahip olur hem de eninde sonunda demokrasinin cumhuriyetten daha mühim olduğunu kavrarlardı. Cumhuriyetin tehdit altında olduğu sanrısı Ülkede cumhuriyet rejiminin gerekliliği konusunda olmasa bile bu rejimin nitelikleri üzerinde bir tartışma var olabilir. İslamcı entelektüeller bir İslamî cumhuriyet talep ederken, benim gibi liberal demokratlar bir demokratik cumhuriyetten yana tercihte bulunabilir. Kimileri de totaliter cumhuriyeti yüceltebilir. O zaman, mesele, cumhuriyetin olmasından veya olmamasından çok, onun niteliklerinin neler olacağı veya olmayacağıdır. Bu hususları belirttikten sonra ülkemizdeki totaliter cumhuriyet propagandasının öne çıkardığı bazı noktalarla ilgili değerlendirmelere geçebiliriz. Bu çerçevede ilk olarak temas edilmesi gereken, galiba, laiklikle cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişkidir. Açıktır ki, ne laiklikle cumhuriyet ne de cumhuriyetle demokrasi arasında zorunlu bir beraberlik ilişkisi vardır. Laik olan (Tunus, SSCB) ve olmayan (İran) cumhuriyetler vardır. Laiklikle cumhuriyet arasında mecburî bir ilişki bulunmadığı teorik olarak da ispat edilebilecek bir gerçektir. İlgi çekici bir nokta, dinî cumhuriyetlerin durumunda dinin yeri belliyken, dini reddetme veya bastırma adına yola çıkan bazı ülkelerde bu çabanın bir tür politik-seküler dine vücut vermesidir. Tunus ve SSCB gibi ülkelerde seküler dinler ve klasik dinlerin yerini bu dinlerle kaplama çabası içinde çırpınan “seküler-dinci” politik-bürokratik elitler doğmuştur. Türkiye’de de durum bir ölçüde budur. Eldeki bütün bilgiler ve veriler laiklikle cumhuriyet arasında, bizim totaliter cumhuriyetçilerimizin sandığı gibi, tek yönlü bir ilişki olmadığını göstermektedir. Aynı şey cumhuriyet ile demokrasi ilişkisi için de doğrudur. Bir demokrasi cumhuriyet olabilir de, olmayabilir de. Demokratik dünyanın en kıdemli bazı ülkeleri cumhuriyet değildir. Uzun zaman cumhuriyet olan bazı ülkeler ise hiç demokrasi olmamışlardır. Bir yerde cumhuriyet kurmanın orada aynı anda demokrasi kurmak anlamına gelmediğini gösteren yığınla örnek vardır. Türkiye’nin tecrübesi de bu örnekler arasına sokulabilir. Cumhuriyet demokrasinin kurulmasını bazen zorlaştırabilir. Türkiye’de tek parti cumhuriyeti döneminin demokrasiye geçişte kolaylaştırıcı bir işlev mi yoksa zorlaştırıcı bir işlev mi üstlendiği ilgilenmeye değer bir araştırma konusudur. Laiklik ile demokrasi ilişkisi yukarıda ele aldığımız ilişkilerden daha çetrefildir. Unutmamalıyız ki, Batı’da laiklik, liberal demokrasinin henüz tesis edilmediği bir dönemde, bir zaruretten doğdu. Bu zaruret toplumsal barışın tesis edilmesiydi. (atillayayla@yahoo.com) GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ 24.06.2006 [YORUM – PROF. DR. ATİLLA YAYLA] Laisist propagandanın inanmamızı istediği gibi laiklik aklın ve ilmin gelişmesinin bir sonucu olarak varlık alanına girmedi. Aklın ve bilimin gelişmesi üzerindeki olumlu tesirleri, onun yan sonuçlarıydı. Ana ihtiyaç din farklılığının kamu otoritesini dinler arasında taraf olmaya itmesini ve böylece siyasî gücün din lehine veya aleyhine bir baskı aracı hâline gelmesini engellemekti. Laikliğin bir doktrin olarak geliştiği dönem aynı zamanda klasik insan hakları doktrininin de doğmaya başladığı dönemdi. Bu iki paralel gelişme siyasî düşünce tarihinde, J.Locke’un yazılarında izlenebilir. İnsan hakları ve laiklikle paralel bir diğer gelişme ise siyasî yönetimin rızaya dayanmasıydı. Daha doğrusu, zaten var olan rıza anlayışı bir arayışa dönüşmek ve yeni yol ve yöntemlere kavuşmak üzereydi. Buna, bir süre sonra temsilî demokrasi adı verilecekti. Dolayısıyla, laiklik değil insan hakları fikrinin doğması, gelişmesi ve yerleşmesi medenî gelişmenin dinamosuydu. Laiklik insan haklarının hizmetine koşulan bir anlayıştı. İnsan hakları (meşru müdafaa dışında) hiçbir şekilde insanın hayatına, malına, hürriyetine zarar verilmemesini talep eden genel bir ilke iken, laiklik farklı bir dinden veya aynı dinin farklı yorumundan olduğu gerekçesiyle insanın hayatına, malına ve özgürlüğüne zarar verilmemesini gerektirmekteydi. Yani, insan hakları daha genel, laiklik daha özeldi. Bunun bugün için de geçerli olduğu söylenebilir. Ana ilke insan haklarıdır ve insan haklarının kabullenildiği ve hakları koruma mekanizmalarının sağlam biçimde tesis edildiği bir yerde laikliğin hedeflediği sonuçlar zaten doğacaktır ve laikliğin ayrıca vurgulanması bir ek kazanç getirmeyecektir. Ancak, laiklikle insan hakları arasındaki bu ilişki sık sık gözden kaçırıldığından ve laiklik evrensel kabul gören bir ilke hâline geldiğinden, demokrasiden bahsederken laikliğin ayrıca ve özellikle vurgulanmasında bir mahzur yoktur. Tabiî biraz ihtiyatlı olmak kaydıyla. İngiltere, İsveç ve Yunanistan gibi ülkelerde tesis edilmiş bir devlet dini var ve bu ülkeler yine demokrasi. Buna bakarak, klasik anlamda laik olmayan ülkelerde de devletin dinler arasında maksimum ölçüde tarafsız olmasının veya tarafsa bile diğer din gruplarının temel hak ve özgürlüklerini ihlâl etmemesinin medenî bir ülke olmaya yeteceği söylenebilir. Laiklik üzerinden yapılan baskı… Öyleyse, diyebiliriz ki, laiklikle demokrasi arasında pozitif bir ilişki kurabilir. Ancak, bu, her laiklik anlayışının demokrasiye uyacağı anlamına gelmez. Gerçekten, birçok ülkedeki laiklik anlayış ve tatbikatı oralarda demokrasinin kurulmasına engel olmaktadır. Türkiye de bir ölçüde bu kategoriye girmektedir. O yüzden, ancak, özgürlükçü, barışçı laikliğin demokrasiyle uzlaşabileceğini ve demokrasinin gelişmesine yardımcı olabileceğini vurgulamak gerekir. Bu anlamda laiklik, devletin din sebebiyle veya din yüzünden insanlar arasında ayrım ve baskıcılık yapmaması, siyasî iktidarı kullanma (yönetme) hakkının dinden gelmemesi, pozitif hukukun genel anlamda bir dine veya dinî yoruma dayanmamasıdır. Bu tür bir laiklik özgürlükçü, demokratik laikliktir ve demokrasiyle uyumlu ve demokrasiyi teşvik edicidir. Bu özelliklere sahip olmayan laiklik hem otantik anlamda laiklik olmaktan bir hayli uzaktır hem de demokrasiye destek vermek bir yana ona engel olur. Bazı “İslâm ülkeleri”nin ve Türkiye’nin durumu budur. Buralarda laiklik bir hayat tarzı, hatta bir seküler din, topluma istenilen şekli vermenin yolu ve ideal (çağdaş, laik) birey yaratmanın aracı olarak görülmektedir. O yüzden, dinler arası savaşı-çatışmayı önlemek demek olan laikliğin kendisi bir çeşit dine dönüşmekte ve dinlerle savaşa tutuşmaktadır. Laikliğin halk tarafından olması gerektiği gibi benimsenmemesinin, siyasî kültürümüzde kök salamamasının ana sebebi budur. Nitekim, ülkemizde, laiklik bir barış değil çatışma, birleştirme değil bölme aracıdır. Mamafih, bu yalnızca bizim problemimiz değildir, başka ülkelerde de değişik şekillerde ve belli ölçülerde tezahür etmektedir. Nitekim, yakında Liberte Yayınevi tarafından yayımlanacak olan “Din Özgürlüğü ve Laisite” adlı muhteşem kitabında Jeremy Gunn, Fransa’da laisite ve ABD’de din özgürlüğü ilkesinin sanıldığı kadar birleştirici ve özgürleştirici olmadığını göstermektedir. Türkiye tipi laiklik bu tarz bir eleştiriye tabi tutulunca, hemen, bizim laikliğimizin eşsiz, benzersiz, bize mahsus olduğu ileri sürülmekte ve başka ülkelerin laiklikleriyle karşılaştırılmaması istenmektedir. Kuşkusuz, laiklik, her ülkede, bazı özgül renkler ve tatlar alabilir; ama bu, laikliğin tamamen mahallî olabileceği anlamına gelmez. Laiklik genel bir ilkedir ve dünyanın neresine giderseniz gidin taşıması gereken evrensel özellikler vardır. Eğer mahallî renk ve ögeler bu evrensel özellikleri bastırıyorsa, orada laiklik değil başka bir şey söz konusudur veya bu şey her ne ise evrensel ölçütlere uyarak tashih edilmeli veya onu laiklik olarak adlandırmaktan vazgeçilmelidir. “Hangi Cumhuriyet?” sorusuna bütün bu açıklamalardan sonra daha iyi cevap verebilecek konumdayız: Elbette demokratik cumhuriyet. Totaliter cumhuriyet anlayışının onu tercih etmemizi değil ondan kaçmamızı gerektirecek özellikleri ve sonuçları olduğunu hem kendi ülkemizdeki hem başka yerlerdeki tecrübelerden öğrenebilecek durumdayız. Demokratik cumhuriyeti tercih edersek, bu, ister istemez, bizi egemen cumhuriyet anlayışının ilkeleri ve değerleri denilen şeyleri yeniden değerlendirmeye, hatta sorgulamaya iter. Cumhuriyet ilkelerindeki sorun Cumhuriyet ilkeleri, hiç şüphesiz, altı ok değildir. Altı ok CHP’nin ilkeleridir. CHP elbette bu ilkeleri savunmakta özgürdür; ama onların herkesin benimsemesi gereken ilkeler olduğunu hiçbir şekilde iddia edemez. Hele hele onların devlet zoruyla topluma dayatılmasını talep etmeye hiç hakkı yoktur. Başka kişi, grup ve partilere altı oku benimsemedikleri için yöneltilen eleştiriler gülünçtür. Bu istikametteki bütün baskılar ise zorbalıktır. Demokratik cumhuriyetin ilkeleri Anayasa’nın 2. maddesinde sayılan ilkeler olabilir: Laiklik, demokratiklik, sosyal devlet oluş ve hukuk devleti oluş. Ancak, bu ilkelerin de iyi anlaşılması ve doğru yorumlanması gereklidir. Laiklik, özgürlükçü-demokratik laiklik olmalıdır, totaliter laiklik değil. Bu laiklik en küçük azınlık olan bireyden başlayarak dinî grupları veya aynı dinin farklı gruplarını birbirlerinin baskı ve saldırılarına karşı gerekirse devlet eliyle korumayı esas almalı; ama hiçbir zaman, bizde olduğu gibi, devlet eliyle bir din anlayışı yaratmayı veya dine şöyle veya böyle bakan, onu şu veya bu şekilde yaşayan bireyler yetiştirmeyi hedeflememelidir. Demokratik cumhuriyetin baskın ögesi cumhuriyet değil demokrasi olmalıdır. Demokrasi hem insan hak ve özgürlüklerinin tesis edilip korunması, hem yönetimin rızaya ve katılıma dayanması, hem yönetimin şeffaf olması ve hesaba çekilebilmesi olarak anlaşılmalı ve uygulanmalıdır. Türkiye’de yaşadığımız için, silahlandırılmış bürokrasinin sivil denetime tabi tutulması ve politikacıların emri altında olması gerektiği ayrıca ve bilhassa vurgulanmalıdır. Demokratik cumhuriyette sosyal devlet ilkesi piyasa ekonomisini boğacak, uygulamalarına meşruluk sağlayacak şekilde daraltılmamalıdır. Piyasa ekonomisi hem insan haklarının hem demokrasinin zarurî temellerindendir. Devlet-kamu otoriteleri ekonomik alanı işgal etmeye, bireylerin ve birey birliklerinin iktisadî faaliyetlerine keyfî müdahalelerde bulunmaya, vatandaşlarını negatif ve pozitif diskriminasyona tabi tutmaya hevesli ve muktedir olmamalıdır. İyi tanımlanmış kriterlere göre zaruret hâli içinde olduğu objektif olarak tespit edilen kişi ve gruplara faktör fiyatlarını (piyasaları) çarpıtmadan, kamu kaynaklarını yaratan kimselerin rızası hilafına olmadan, onları muktedir hâle getirecek şekilde veya onlar muktedir hâle gelene kadar geçici maddî destek sağlanmalıdır. Sosyal devletin ikinci ayağı organize ve geniş çaplı müdahaleyi gerektiren tabiî afetlerde kamu organlarının ve imkânlarının vatandaşlara yardımcı olmak üzere devreye sokulmasıdır. Hukuk devleti veya hukukun hâkimiyeti medeniyetin elzem, vazgeçilmez gereğidir ve günümüzde demokratiklik ve demokratik laiklikle ilişkili bir ilkedir. Kanunların genel, soyut, eşit olması, geriye yürümemesi, kanunsuz suç olmaması, âdil yargılanma hakkı, bağımsız ve (devlete karşı da) tarafsız yargı, kanun yapma sürecinin açık, parçalı, kademeli ve kanundan etkileneceklerin katılımına açık olması hukukun hâkimiyetinin gerekleridir. Özgürlükçü, barışçı, demokratik laiklik; doğrudan demokrasinin kimi araçlarıyla takviye edilmiş; ama özel alanı daraltmayan liberal temsilî demokrasi; devleti bir hayır organına çevirme görünümü altında kayırmacı bir devlet cihazı yaratmayan ve toplumsal dokuyu tahrip etmeyen bir sosyal devlet; ve bilgili, âdil, bilge yargıçlarla işleyen ve evrensel standartlara uygun bir mevzuata sahip bir hukuk devleti bir cumhuriyeti kıymetli ve tercihe şayan kılacak unsurlardır. Böyle bir cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyettir. Bunun tersi ise totaliter cumhuriyettir. Ben, bir liberal olarak, totaliter cumhuriyeti değil, demokratik cumhuriyeti tercih etmekteyim. Ya siz? GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ 25.06.2006 |
Hangi Cumhuriyet
Haziran 25, 2006 Geliştirici: Bekir L. Yildirim
Ancak, propaganda sınır tanımaz ve her anı işgal eder şekilde yoğunlaştıkça, genişleyip derinleştikçe, insanlar söylenenlerin hayatın gerçekleriyle çakışmadığını, ilgi alanlarıyla sınırlı da olsa, anlar. Sonunda, propagandayı ciddiye almamaya başlar. Propagandanın şifrelerini çözücü yol ve yöntemler geliştirir. Meselâ, söylenenleri tersinden okur, propaganda malzemesine sıradan bir gürültü veya görüntü muamelesi yapar. Yirminci yüzyılın totaliter rejimlerinde olan buydu. Türkiye’de totaliter cumhuriyet propagandası sahasında olmakta olan da önemli ölçüde budur.
Bu bana cok yapilan tenkit bir süre sonra muhakkak etkisini kaybeder, tipki tek bir cakil tasinin ayagi incittigi halde bir yigin cakil tasinin artik incitmeyip tesirini kaybetmesi gibi.
BeğenBeğen
Gazili ögretim üyesi aforoz edilmesin bu yazdiklarindan dolayi?
BeğenBeğen
Ayni duasunce benimde aklima gelmisti. Saniyorum onun korunma sebepleri arsinda iki onemi sebep var:
1. Dindar degil
2. Artik fikirleri ile cok taninmis oldugu icin “kolay lokma” olmayisi.
Fakat bu dahi cesitli metodlarla onun ve diger cok saygi duydugum LDT kurususu Prof. Mustafa Erdogan’in “free pass” aldiklai anlamina gelmesin. Her ikiside zamanlarinin ve enerjilerinin onemli bir kismini yargi onunde mudafaalari ve cesitli baskilar, yildirma kampanyalarina gogus germekle harciyorlar
BeğenBeğen
Atilla Hoca gözümde gittikçe yükseliyor. Ve işin sevindirici yanı Atilla Hoca ve onun gibi düşünenler gün geçtikçe çoğalıyor.Güzel günlerin geleceğine dair umudum var benim..
BeğenBeğen
Bu ülkede sahte aydınların kakofonisini, hakiki entellektüellerin polifonik ezgileri bastırmaya başlıyor ve ümit verici olan biraz da budur sevgili dostlar.
BeğenBeğen
güzel
BeğenBeğen
[…] konuda kafasinda soru olanlari Prof. Yayla’nin kendi yazilarini okumayi oneririm( mesela surada , burada , orada ha bir de burada Burayi da […]
BeğenBeğen
ben bu yazıyı okumadım.hemde ben monarşi devlet yönetim biçimini arıyom benim karşıma bu çıkıo..
BeğenBeğen
Merhabalar,
Asagida yeni blogumda cumhuriyet- kazanimlarla ilgili derledigim calismalarin linkleri var; biraz reklam olacak, müsaade ederseniz tabii.
Saygilar
http://circularconversations.over-blog.com
not: Tek tek linkleri almadi sayfaniz. Sanirim akismet engelledi.
BeğenBeğen
http://circularconversations.over-blog.com/articles-blog.html
BeğenBeğen
Yazının tarihi 06.2006 – Bu günün tarihi 06.2011
Bu tarhlere birde 20-30 yıl kadar zaman diliminin öncesini ekleyelim ve bir değerlendirme yapalım.
Bu değerlendirmeden sonra oturup düşünelim bakalım ortaya neler çıkacak ve o tarihlerden günümüze kimler hangi saflarda yer değişmiş göremilim. Olayı biraz geniş açı ile irdeleyelim.
BeğenBeğen
[…] Hangi cumhuriyet? (1 + 2) (Atilla Yayla – 25.06.2006) […]
BeğenBeğen
[…] Hangi cumhuriyet? (1 + 2) (Atilla Yayla – 25.06.2006) […]
BeğenBeğen