Kaynak: Sabah
Padişah karikatürü? Urun şu namerdin kellesini!
Mart 11, 2009 Geliştirici: Bekir L. Yildirim
Bir resim bin kelime konusur, Mizah, Siyaset kategorisinde yayınlandı | 13 Yorum
13 Yanıt
Yorum bırakın
Son Yorumlar
Popüler Yazılar
-
Son Yazılar
Arşivler
- Temmuz 2023
- Haziran 2023
- Mayıs 2023
- Nisan 2023
- Mart 2023
- Ekim 2022
- Haziran 2022
- Nisan 2022
- Mart 2022
- Şubat 2022
- Kasım 2021
- Ekim 2021
- Temmuz 2021
- Haziran 2021
- Mayıs 2021
- Nisan 2021
- Ocak 2021
- Aralık 2020
- Kasım 2020
- Ekim 2020
- Ağustos 2020
- Temmuz 2020
- Haziran 2020
- Mayıs 2020
- Nisan 2020
- Haziran 2019
- Mayıs 2019
- Nisan 2019
- Mart 2019
- Ocak 2019
- Aralık 2018
- Ekim 2018
- Eylül 2018
- Ağustos 2018
- Nisan 2018
- Şubat 2018
- Aralık 2017
- Kasım 2017
- Ekim 2017
- Eylül 2017
- Ağustos 2017
- Temmuz 2017
- Mart 2017
- Aralık 2016
- Kasım 2016
- Ekim 2016
- Eylül 2016
- Ağustos 2016
- Temmuz 2016
- Haziran 2016
- Mayıs 2016
- Nisan 2016
- Mart 2016
- Şubat 2016
- Ocak 2016
- Aralık 2015
- Eylül 2015
- Ağustos 2015
- Temmuz 2015
- Haziran 2015
- Mayıs 2015
- Nisan 2015
- Mart 2015
- Şubat 2015
- Ocak 2015
- Aralık 2014
- Kasım 2014
- Ekim 2014
- Eylül 2014
- Ağustos 2014
- Temmuz 2014
- Haziran 2014
- Mayıs 2014
- Nisan 2014
- Mart 2014
- Şubat 2014
- Ocak 2014
- Aralık 2013
- Kasım 2013
- Ekim 2013
- Eylül 2013
- Ağustos 2013
- Temmuz 2013
- Haziran 2013
- Mayıs 2013
- Nisan 2013
- Mart 2013
- Şubat 2013
- Ocak 2013
- Aralık 2012
- Kasım 2012
- Ekim 2012
- Eylül 2012
- Ağustos 2012
- Temmuz 2012
- Haziran 2012
- Mayıs 2012
- Nisan 2012
- Mart 2012
- Şubat 2012
- Ocak 2012
- Aralık 2011
- Kasım 2011
- Ekim 2011
- Eylül 2011
- Ağustos 2011
- Temmuz 2011
- Haziran 2011
- Mayıs 2011
- Nisan 2011
- Mart 2011
- Şubat 2011
- Ocak 2011
- Aralık 2010
- Kasım 2010
- Ekim 2010
- Eylül 2010
- Ağustos 2010
- Temmuz 2010
- Haziran 2010
- Mayıs 2010
- Nisan 2010
- Mart 2010
- Şubat 2010
- Ocak 2010
- Aralık 2009
- Kasım 2009
- Ekim 2009
- Eylül 2009
- Ağustos 2009
- Temmuz 2009
- Haziran 2009
- Mayıs 2009
- Nisan 2009
- Mart 2009
- Şubat 2009
- Ocak 2009
- Aralık 2008
- Kasım 2008
- Ekim 2008
- Eylül 2008
- Ağustos 2008
- Temmuz 2008
- Haziran 2008
- Mayıs 2008
- Nisan 2008
- Mart 2008
- Şubat 2008
- Ocak 2008
- Aralık 2007
- Kasım 2007
- Ekim 2007
- Eylül 2007
- Ağustos 2007
- Temmuz 2007
- Haziran 2007
- Mayıs 2007
- Nisan 2007
- Mart 2007
- Şubat 2007
- Ocak 2007
- Aralık 2006
- Kasım 2006
- Ekim 2006
- Eylül 2006
- Ağustos 2006
- Temmuz 2006
- Haziran 2006
Kategoriler
Ne yapabiliriz?
-
Diğer 338 aboneye katılın
Bağlantılar
Dostlarımız
English Links
- Aljazeera
- Amnesty International
- CAIR (The Council on American-Islamic Relations)
- CSID (Center for the Study of Islam and Democracy)
- Cynthia McKinney
- Electronic Intifada
- House of Wisdom (Beyt-ul Hikme)
- International Institute of Islamic Thought
- Israel Shamir
- Muslim Brotherhood (Ihvan-ı Müslimin)
- Noam Chomsky
- Norman Finkelstein
- Rachel Corrie Foundation
- Soundvision
- The Palestinian Information Center
- Washington Report on Middle East Affairs
İSLAMİ MÜCADELEDE YÖNTEM SORUNU VE EHVENİ ŞER ALGISI
İLKAV’ın Alternatif Eğitim Konferanslarında bu hafta “İslami Mücadelede Yöntem Sorunu ve Ehven-i Şer Algısı” konu edildi. Konferansı Mehmet Pamak sundu. Yaklaşık iki buçuk saat gibi uzun bir zaman sürmesine rağmen ilgiyle takip edilen ve konunun güncelliği sebebiyle sorular kısmı oldukça hareketli ve canlı geçen konferansta ifade edilen hususlardan bazıları şunlardı:
“İçinde yaşadığımız cahili toplumların oluşturup yaşattığı cahili sistemlerden ilkesel ve zihinsel planda ayrışmak, sistemin ideoloji ve ilkelerinden koparak Allah’a doğru hicret etmek ve sistemle temel ilkelerimize ve tevhide aykırı düşen hiçbir ilişki içine girmemek esas olandır. Bilindiği üzere, ilk inen surelerle başlatılan cahiliye ile ayrışma süreci çok büyük titizlikle sürdürülmüş. Mekke’de egemen sistemle Resulullah’ın (s) oluşturduğu yapı arasında tam ve çok yönlü bir kopuş yaşanmıştır. Cahili toplumu değiştirme ve egemen sistemi dönüştürme iddiasıyla köklü bir inkılâbın temelleri atılmış, sistemle bütünleşmemek, uzlaşmamak için elden gelen gayret gösterilmiştir.”
“Resulullah (s), sistemin tüm baskı ve takibatlarına, zulüm ve işkencelerine rağmen, sistem tarafından denetlenemeyen, yönlendirilemeyen, yıldırılamayan, mevcut toplumu ve sistemi dönüştürme iddiasından da vazgeçmeyen bir kimlik oluşturmuş ve sistemin alternatifi olarak küçük de olsa kendine yeter, bağımsız, dinamik bir yapı inşa etmiştir. İşte bu sistem dışı, sistemden bağımsız ve vahyin ilkeleri üzerinde yükselen yapı, varlığını sistem içi araçlara borçlu olmayan, Kur’an’la eğitilmiş, tevhidi esas alan dinamik ve üretken bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı. Amacı yalnız Allah’a kulluk yapmak, insanları Allah’a kulluğa çağırmak ve böylece Allah’ın rızasını kazanmaktı. Kulluk eksenli bir hayat tasavvuruna sahip bu ilk nesil, her türlü zorluğa rağmen yine kulluk eksenli bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeyi başarmıştı.”
“Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en önemli mesele saf ve katışıksız bir İslami kimlikle ve İslami ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Rasulullah’ın (s) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak İslami bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder. Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar (!) elde edilse de, o pratikler İslami olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. Sistem içi alanlarda yer edinebilmek için sıklıkla meydana gelen İslami kimliğe yabancılaşma; kendini gayri İslami kavram, değer ve ilkelerle tanımlama, vasıflandırma eylem ve söylemleri, fıtri ve vahyi olandan, nefsi olumsuzluklara ve dünyevileşmeye doğru bir kaçış ve bir sapmadır. Bu tür bir yabancılaşma, tevhidi bağın parçalanmasına ve farklı kimliklerin üremesine yol açmakta, tevhidin belirleyiciliğinden ve İslami kimlikten sıyrılanlarda, kimlik çözülmesi meydana gelmektedir.”
“İslami kimliği cahili Mekke ortamında oluşturup, sistem dışı tavizsizliği ve ayrışmayı esas alan Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler; gayet tabii ki, cahili toplum ve sistem içinde mesajını kitlelere taşımak sürecinde, gerekli açılımları temine matuf olarak, sistemin uygun olan bazı imkân ve kurumlarından da yine kendi denetimleri altında olmak kaydıyla yararlanmışlardır. Bu yararlanmada bile amaç; vahyi mesajı yaymak, insanlara tevhidin hakikatlerini apaçık ulaştırmaktı. Yoksa mesajı ve tevhidi, görüntüde de olsa çarpıtarak, bulandırarak, ne pahasına olursa olsun sistem içi bazı mevzileri ve imkânları kazanmak değildi.
“Cahili Mekke toplumunun bugünle mukayese edilmeyecek ağır işkence ve zulüm ortamında bile ilk surelerden itibaren açıklanan ayetlerin çerçevesinde sisteme karşı çok net ve açık tavırlar koyulmuştur.
– Batıl ölçü ve ilkeleri benimsediğini ifade etmek mümkün olmadığı gibi, bunlar açıkça eleştirilmiş ve kınanmışlardır.
– Egemen cahili yönetime ve tağutlara itaat edilmemesi emri esas alınmıştır.
– İştirak etmenin zaten reddedildiği şirk sisteminin meclislerine (nadiyelerine) boyun eğilmemesi emredilmiş ve bu hükümler çerçevesinde sisteme, yönetimine ve kurumlarına açık tavır alınmış, alternatif “nadiye”ler oluşturulmuştur.
– Aynı yönetimler, insanların haklarını kıstığı, yoksulu aç açık bıraktığı için suçlanmış ve bu kısılan haklar ve sosyo ekonomik tüm zulümler sebebiyle tavır alınmış, karşı çıkılmış ve eleştirilmiştir.
– Hiçbir alanda işbirliğine gidilmemiş, iç içe geçip bütünleşip, zulüm, ifsad ve şirkine ortak olunmamıştır.”
“Egemen şirk sistemi ve cahili toplum tevhide aykırı, akidevi, sosyal, siyasi, ekonomik ve hukuki tüm alanlardaki sapkın her tür inanç ve uygulamaları sebebiyle alabildiğine net ve tavizsiz üsluplarla eleştirilmiş ve reddedici, ıslah edici tavırlara muhatap kılınmıştır. Hiçbir alanda ve hiçbir mazeretle akideye aykırı bir tutum içine girilmemiş ve hiçbir şekilde itaat, boyun eğme, bütünleşme ve uzlaşma kabul edilmemiştir. Naslar ve İslami kimlik çok net ve nitelikli bir tarzda ortaya konup, ibraz edilmiş ve her şarta rağmen de taviz verilmeden savunulmuş, bu yolda sabır, sebat ve direnişin onurlu, muhteşem örneklikleri sergilenmiştir.”
“Statükoyu korumak isteyenler, kendisi için tehlike saydığı muhalif hareketleri yok etmek, dejenere etmek için en etkin araç olarak havuç politikalarını, uzlaşma söylemlerini kullanmaktadırlar. Muhalif harekete yüzeysel bazı tavizler verilerek, onun da tavizkar bir tutum içine girmesi ve böylece egemenlik ilişkileri içine girerek, düzenin dönen çarkının bir parçası olması, sisteme entegre olup özelliğini ve anlamlılığını yitirmesi sağlanmaya çalışılır. Sistemlerin bu yöntemle başarı sağlamada daha ziyade, muhalif hareket içinde yer alan ve “marjinallik”ten bıkıp kitlelerin cahili değerlerine doğru savrulmakta beis görmeyen zayıf iradeli, kısa soluklu müntesiplerin acelecilik ve komplekslerinden istifade ederler. Hâlbuki başlangıçta ve bir mücadele süreci içinde “marjinallik”, bazen avantaj da temin eden bir vakıa olarak kabul edilmeliyken, sabırsız ve aceleci bir tutumla, bir an önce ve zamansız olarak marjinallikten kurtulma çabası çoğu kez teslimiyete ve yok olmaya sebep olmaktadır. Tevhidi ve adaleti esas alan bir hareket elbette egemenlerin verdiği tavizleri değerlendirebilir. Hatta mücadele süreci içerisinde bazı hak ve özgürlük kazanımları da gerçekleştirebilir. Ancak tüm bunları yaparken, kendisine kimlik, şahsiyet ve izzet kazandıran temel ilkelerinden ve bu yoldaki kararlılığından asla taviz veremez.”
“Gerek din’de gerekse yönetimde işbirliği ve uzlaşma yapma teklifi ile karşılaşan Resulullah (s) ve beraberindeki mü’minlerin oluşturduğu yapı, çok büyük zorluklar içerisinde olsa da, bu teklifleri tereddütsüz reddetme iman ve kararlılığını göstererek, kıyamete kadar gelecek olan tüm mü’minlere, uyulması gereken güzel bir örnek, değerli bir sünnet bırakmıştır. Rasulullah (s), tıpkı kendinden önceki peygamberlerin yaptığı gibi davetine başlar başlamaz hiçbir maddi hesap gözetmeyen ve pragmatik bir ilişkinin zilletine düşmeyen, onurlu bir tutum sergilemiş, her şeyi göze alarak müşriklerle ve onların sistemiyle köklü ve çok yönlü bir ayrışma sürecini başlatmış ve ısrarla sürdürmüştür. Hiçbir zaman hak ile batılın, tevhid ile şirkin uzlaşamayacaklarını vahyin yönlendirmesiyle açıkça ilan etmiştir. Doğal olarak bu uzlaşmaz tavır, onların egemen yapının bazı imkân ve kurumlarından şer’i ölçüler içinde kalarak, istifade etmelerine engel değildi. Rasulullah (s) de işte bazı cahili örf ve müesseselerden istifade etmiştir.”
“- “Soybağı ve akrabalık asabiyeti”nin sağladığı korunma ve yardımlaşma imkânı ile Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın destek ve yardımı temin edilmiştir.
– “Himaye etme, eman verme” müessesesiyle temin edilen can güvenliği ile de Mekke’de kalıp daveti yaygınlaştırma imkânı elde etmiştir. Ebu Talib’in himayesi tevhid mücadelesinde Rasulullah’ın (s) işine oldukça yaramıştır.
– O günkü sistemin kurallara bağlanmış organizasyonlar olan Ukaz, Zülmecaz, Mina ve Mecenne panayırları da, tebliğin yaygınlaştırılmasında değerlendirilen ve önemli açılımlar sağlayan zeminler olarak kullanılmıştır.”
– Bir diğer istifade edilen cahili sisteme ait unsur “ilaf”tır. Yani Mekke yöneticileri ile komşu devletlerin arasında aktedilmiş ticari anlaşmalardır. Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler – her ne kadar bu anlaşmalar müşriklerle ve onların koyduğu kurallara göre yapılmış olsa da- bu ticari anlaşmalara uyarak ticaretlerini sürdürmüşlerdir.”
“Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Asr-ı Saadet Müslümanları da, şirki temsil eden sistem ve kurumlarıyla sosyo ekonomik ilişkilerini tamamen kesmemiş, ancak belli alanlarla sınırlı bu ilişkilerini bile, İslam’ın değişmez ilkelerine aykırı düşmeden ve İslami kimliğe, şer’i ölçülere zarar vermeden gerçekleştirmişlerdir.13 Ve en önemlisi de, söz konusu kurumları kullanma imkânını kaybetme korkusuyla herhangi bir taviz, uzlaşma ve taahhüde yanaşmamış, tenezzül etmemiş olmalarıdır. Tam tersine, görünüşte ne kadar faydalı olursa olsun, ilkelerden taviz verme talep edildiğinde, bu ilişkileri derhal kesip, kullandıkları bu imkânları tereddütsüz reddetmekte kararlı ve ısrarlı davranmışlardır. Gerçek anlamda Allah’ın kudretine ve hâkimiyetine iman edenler, örnek ve öncü bir Kur’an nesli inşa etmek isteyenler, Rasulullah (s) gibi, en zor şartlar altında belki de tek maddi dayanağı olan Ebu Talib’in himayesini kaybetme bahasına da olsa, her türlü riski ve bedeli göze alarak, “sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler bu davadan vazgeçmem (taviz vermem)” diyebilme cesaret ve iradesini sergileyebilenler olacaktır.”
“Tevhidi bilince sahip, vahyin inşa ettiği bir iman ve hayat tasavvuruna sahip mü’minlerin, bu tür sistem içi değişimlere meyletmeleri, destek vermeleri ise, aydınlıktan karanlığa savrulmaktır, gerçek anlamda “irtica”dır, geriye gidiştir. Bilinçli bir mü’min, tevhidi bir yönelişle, her şartta Hak’ka bağlanmak, Hak’kı temsil etmek ve Hak’kı Batıla hâkim kılmak üzere çalışmak ve hiçbir sebeple hak ile batılı karıştıracak konumlara savrulmamak sorumluluğunu taşımak zorundadır. Mü’min şahsiyet, “şer” (kötü) ile şerden bir şube olan “ehven-i şer” (daha az zararlı kötü) arasındaki tercihe kendisini kapatarak, “iyi ve maruf” olanı tercih dışı bırakma konumuna düşemez. Her şartta iyiyi arzulamak, ehven yolunda çaba göstermek ve bu tercihinden asla taviz vermeden uzun soluklu ilkeli bir duruş ve yürüyüşü istikrarlı bir biçimde sürdürmek mü’min olmanın en temel gereğidir… Bu sebeple hiçbir mü’min, ikrah olmadıkça, Hak ile Batılı karıştıran şirke dayalı düşünce, model, yol ve yöntemlere yönelemez, küfrü, şirki benimsediğini söyleyemez, küfre, şirke dayalı ideoloji ve ilkelere bağlılık sözü veremez ve İslam şeriatını dışlayarak, Allah’ın kullarına, küfür ve şirk hükümleriyle hükmetmeyi tercih edemez.”
“Toplumu dönüştürme iddiası olan muvahhidlerin, öncelikle kendilerinin toplumu taşımak istedikleri değerler, ilkeler, ölçüler alanında istikameti koruyan tavizsiz bir yürüyüşü ve tutarlı bir örnekliği/şahidliği ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Allah’ın “emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun/istikameti koruyun, aşırı gitmeyin” ve “zalimlere meyletmeyin size ateş dokunur” uyarılarına rağmen, kendi ürettikleri kimi maslahatlar, çıkarlar ve marjinallikten kurtulmak adına istikameti terk edip toplumun cahili eğilimlerine, cahili sistemin partilerine savrulanların toplumu tevhidi istikamette dönüştürmeye vesile olmaları da, topluma Allah’ı razı edecek bir örneklik oluşturmaları da mümkün değildir.”
“Tevhidi istikameti bulamayan kitlelerin özgürlük ve adalet arayışı ile şer yerine “ehven-i şer”e yönelmeleri mazur, hatta şer’in en şedidinden kaçış anlamında görece bir olumluluk iken, muvahhid mü’minlerin “ehven-i şer”e yönelmeleri, ehveni teşkil eden tevhid yolunu alternatif olmaktan çıkarma, davetin muhatabı kitlelerin sığlığına sürüklenerek sıradanlaşmaları ve inkılabi (devrimci) ruhu kaybetmeleri sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, Müslümanlar olarak, yukarıda bahsedilen dönüştürme projelerinin farkına vararak, her şart altında, tevhidi İslami kimlik ve ilkelerimize sadakati, sabiteler alanındaki değişmez değer ve ölçülerimizi savunup yaşamlaştırmayı ısrarla sürdürmeliyiz. Müslümanların, bu tür partilerin sağlayacağı, kimi özgürlüklere kavuşma ya da refahtan pay alma karşılığında, onlardan razı hale gelerek, onların destekçileri, taraftarları haline dönüşerek, kendilerini “Allah taraftarları” olmaktan çıkaracak eğilimlere doğru savrulmamaları için uyarılarımızı sürekli kılmalıyız. Nefsimizi ve tüm Müslümanları, vahyin ölçüleriyle uyarmak ve ıslah etmek sorumluluğumuzu, “emri bil maruf ve nehyi anil münker” yükümlüğümüzü ciddiyetle yerine getirmekten bir an bile uzaklaşmamalıyız.”
“Her Müslüman’ın, gayri İslami yöntemlerin peşine takılmadan önce kendisine sorması gereken soru şu olmalı: Amaç, şirk sistemiyle de olsa ülkeyi illa kendisini İslam’a nispet eden kadroların yönetmesi midir? Bu Müslüman kadroların yönetiminde şirk sistemi içinde kalarak ulaşılacak şey en fazla, görece bir özgürleşme ve bir miktar da zenginleşmedir. Farz edelim ki, şu kısacık dünya hayatımız için bunlar elde edildi, peki bu imtihan dünyasında İslam’ın ve Kur’an’ın bizden istediği şeyler ne olacak? Müslüman kadrolar hükümet olup, görece bir özgürleşme ve zenginleşme sağladıklarında İslami bütün iddialarımız ve Kur’an’ın hükümleri rafa mı kalkacak? Görece bir özgürleşme ve zenginleşme uğruna, taktik ve konjonktürel özgürleşme ihtiyacımızı gidermek için, bizi biz yapan, bize şahsiyet, kimlik ve imanımızı kazandıran temel ilke ve değerlerimizi, yaratılış gayemiz olan “sadece Allah’a kulluk” anlamındaki stratejik hedefimizi feda edebilir miyiz?”
“O halde hedef, illa ve her şeye rağmen Müslüman kadroların yönetmesi değil, evet Müslüman kadroların, ama mutlaka İslami hükümlerle ve adaletle yönetmesi olmalıdır. Müslümanın siyasal alandaki hedefi, kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, sadece Allah’a kulluk yaparak, O’nun rızasını kazandıracak tavizsiz İslami mücadele ile toplumsal dönüşüme vesile olarak, Allah’ın hükümlerine dayalı İslami adalet sisteminin gelmesine zemin hazırlamak olmalıdır. Doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğine, tevhidi akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için, öncelikle hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken ve değiştirilemez, terk edilemez vahye dayalı temel ilke ve değerlerde ısrar eden, vahyin şahidliğini adil ve emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslami kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları bıkmadan usanmadan yaşayıp, topluma taşımaktan usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır.”
/
Konferans sonrası en çok soru önümüzdeki seçimlerle ilgili geldiğinden bu konunun altına yazıyorum.
http://www.ilkav.org/news.aspx?id=502
Bu konferansdan sonra 22.03.2009 tarihinde saat 13’00 de yine bu topraklarda bu konuları en en güzel anlatan Ahmet Kalkan Abimizinde
“Toplumsal Dönüşümde Kavramların Yeri ve Önemi” konulu konferansı var.
Bilgilerinize…
BeğenBeğen
92,1 “Denge Radyo” yu dinlerseniz ev de, iş de arabanız da veya internette bu link size içerik konusunda yardımcı olur.
http://www.dengeradyo.com/default.aspx?&pid=134&lang=tr&com=fullscreen
BeğenBeğen
” VAHYİN SOSYALLEŞTİRİLMESİNDE YAŞANAN ZAAFLAR – SAVRULMALAR VE HER ŞEYE RAĞMEN KAZANIMLARIMIZ “
25. 11. 2007 günü İLKAV Konferans salonunda gerçekleştirilen, “Vahyin Sosyalleştirilmesinde Yaşanan Zaaflar, Savrulmalar ve Her Şeye Rağmen Umut Veren Kazanımlarımız” konulu konferansta, Mehmet Pamak, önce Kur’an’a yaklaşım usulü üzerinde durdu ve Kur’an okumaya yönelik zaaflara dikkat çekti. Geleneksel ve modern yanlış okumalara dair tespitlerini şöyle sıraladı:
[1] Kur’an’ı, “Hatim İndirmek” ve Ölüler İçin Okumak:
[2] Kur’an’ı, Tegânni İle Haz Duymak İçin Okumak:
[3] Tıbbi Hastalıklara Şifa Amacıyla Kur’an Okumak:
[4] Kur’an’ı, Fal ve Şifre Kitabı Haline Getirmek:
[5] Kur’an’ı, Sadece Bilgi Edinmek İçin Okumak:
[6] Kur’an’ı, Özne Olmaktan Çıkaran Okuma Tarzı:
[7] Kur’an’ı, Batınî Yorumlara Açık Tutarak Okumak:
[8] Kur’an’ı, Tarih yada Hikaye Kitabı Gibi Okumak:
[9] Kur’an’ı, Bir Kısmını İnkâr Eden Yaklaşımla Okumak:
[10] Kur’an’ı, Bütünlüğü Gözetmeden Parçacı Okumak:
[11] Kur’an’dan Din Öğrenilmez Yaklaşımıyla, İnsanların
Kitaplarını Kur’an’ın Önüne Geçirmek::
[12] Kur’an’ı, Resulün Örnekliğini Dikkate Almadan
Mealci Okuma:
[13] Kur’an’ı, “Tarihselci” Yaklaşımla Okumak:
[14] Kur’an’, Rölativist (Göreli) Yaklaşımla Okumak:
[15] Kur’an’ı, Özgürlükte Sınır Tanımadan Okumak:
Kur’an’a yaklaşımda geleneksel ve modern yanlışları hatırlattıktan sonra doğru usûlün, anlamak, öğüt almak ve yaşamak üzere Kur’an okumak olduğunu ve bunun Kur’an’da “hakkıyla okumak” olarak nitelendirildiğini ifade etti. Kur’an’ı hakkıyla (gereğince) okumanın ona iman etmenin de bir gereği olduğunu yine Kur’an ayetleriyle açıkladı.
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu, hakkını gözeterek (gereği gibi) okurlar. Çünkü onlar, ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.”
Şehid Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabında ifade ettiği, ilk Kur’an neslinin oluşumunda temel rol oynayan üç hususu hatırlattı:“ 1. Kur’an bu ilk neslin tek beslenme, davranış ve yetişme kaynağı idi. 2. “ İlk dönemin örnek nesli, Kur’an’a, kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazlardı. Onların hiçbirisi, sırf kültürlü olmak için, kültür hazinesini geliştirmek veya ilmi ve fıkhi konularda dağarcıklarını şişirmek için Kur’an’ı ele almazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında ve bu cemiyet içinde uygulanacak olan hayat tarzının nasıl olması gerektiği hakkında Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kur’an’ı ele alırlardı. Söz konusu emri de duyar duymaz hemen tatbik etmek üzere alırlardı. 3. O zaman İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu.” “Müslümanın cahiliye dönemindeki geçmişi ile İslam’a girdikten sonraki hayatı arasında şuur alanında gerçekleşen kesin bir kopuş vardı. Zihni planda yaşanan bu hicret ve kopuş, hayata taşınıyor, İslam’a girenlerin hayatında da, ahlaki ve davranışlar planında büyük bir inkılap yaşanıyordu. Cahiliyenin gelenek, kavram, alışkanlık ve ilişkilerinden sıyrılma hali kişileri kuşatıyordu. Tam bir yol ayrımı gerçekleşiyordu.”
Sonra, Kur’an’ın ilk muhatapları olan Resulullah (s) ve ashabının, vahyi nasıl anlayıp, nasıl hayata aktardıkları, nasıl sosyalleştirdikleri sorularına, ilk Kur’an neslinin hayatını Kur’an ayetleri ve siyer bilgileri ışığında analiz ederek cevaplar verdi.
“İlk neslin hayatının içine inen ve bu hayatı inşa ederek tamamlanan bir kitap olan Kur’an, Peygamber (s) ve arkadaşlarının hayatında vahyin nasıl sosyalleştirilmesi gerektiğini de, bu ilk şahidlerin şahidliğinde örnekleyerek ortaya koymuştur. Bizler de, diğer insanlara şahidler kılınmış olmanın sorumluğunu taşımaktayız. Bu büyük sorumluluğumuzu, ancak ilk şahidlerin oluşturduğu ilk örneğin ışığında, vahyi hayatın bütün alanlarına hakim kılarak, Kur’an ile ahlaklanarak ve böylece insanlara örneklik teşkil ederek, bireysel ve toplumsal (cemaat planında) halimizle tebliği gerçekleştirerek yerine getirebiliriz.
Kur’an-Siyer ve kur’ani kavramlarla ilgili çalışmalar, teorik bir çerçeveyi aşarak, iman amel bütünlüğünde, ilk neslin yaptığı gibi hemen hayata taşınmıyor, en azından bunun mücadelesi verilmiyorsa, hayatın çeşitli alanları, – siyaset, -hukuk, -ekonomi, -aile vb alanlar, vahyin ölçüleriyle inşa edilmek için hemen harekete geçilmiyorsa, bu amaca uygun bir yapılanmaya, dayanışmaya yönelinmiyorsa, Kur’an karanlıklardan aydınlığa çıkarma, inkılap ve inşa etme, şeref ve onur kazandırma fonksiyonunu yerine getiremez.”
Daha sonra, Ümmet olarak bu hale neden sürüklendik?
Sorusunun cevabını arayarak şu tespitleri yaptı:
“Saltanata geçişle başlayan kaynaktan kopuş süreci, giderek büyük savrulmalara yol açtı. Tevhidi sahih geleneğin yerini, yüzyıllar süren bu savrulma sürecinde muharref gelenek aldı. Kur’an’dan ve Resulullah’ın sahih sünnetinden uzaklaşma, Müslüman halkların ümmet olma vasıflarını kaybetmesine, kitabi bir toplum olmaktan çıkarak, muharref geleneğin oluşturduğu “atalar dini”ni taklit eden niteliksiz halklar ortaya çıktı.
Allah’ın, Kur’an’da, akletmeyi, düşünmeyi, tefekkürü ve ilim tahsil etmeyi emretmesine rağmen, kurumsallaşmış tasavvufun, “aklı ve ilmi terk etmedikçe hakikate ulaşılamaz” yalanıyla, şeytanın ve zannın cirit attığı bir alan olan “keşf ve ilham” alanında uydurulan sahih olmayan bilgilere dayalı bir din anlayışını öne çıkarması bu büyük sapmanın, Kitabi din anlayışından kopmanın en büyük sebebini teşkil etti. Aklın ve iradenin devre dışı bırakılıp, Allah’ın yasakladığı “kör taklid”in ve “meyyit gibi teslimiyet”in esas alınması sonucunda dinde tahrifin ve sapkınlığın önü iyice açıldı.
Din alanında kaynaktan beslenmeyen, önderlerden intikal eden yanlış bilgileri sorgulamadan taklit eden niteliksiz yığınlar ortaya çıktı. Özellikle, “içtihat kapısını kapatan” taassubun sonucunda, düşünmenin, akletmenin ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek yeni fikir ve projelerin üretilmesinin önü iyice kesildi. Bunun neticesinde yüzyıllar sonrasının toplumlarının sorunlarına yüzyıllar öncesinin fetvaları ile cevap verilmeye kalkışılmasının doğurduğu çözümsüzlük ve bunalımlar da bu bozulma sürecini hızlandıran bir katkı sağladı. İşte bu büyük yozlaşma serüveninin sonunda geldiğimiz bugünkü noktada, Kur’an algımızdan başlayarak, hayatımızı kuşatan ve yaratılış amacımız olan “ibadet” anlayışımıza kadar pek çok temel konuda ürkütücü boyutlarda anlam ve eksen kaybının meydana geldiğini görüyoruz.”
Müslümanların taşıdıkları zaaflar ve yaşanan savrulmaları geniş bir analize tabi tutan Pamak, Kimi zaafları şu başlıklar altında ortaya koydu:
-A sıl ve ilkeler ile fer’i konular arasında ayırım yapmama zaafı: Bir yanda, fer’i konularda bile düşünceyi sınırlayan, farklılıkları hoş görmeyen taassubu diğer yanda ise, asıl ve ilkeler alanında, dinin sabiteleri konusunda bile sınır tanımayan bir özgürlük iddiası kaçınılması gereken iki aşırı ucu temsil etmektedir.
-A klın ihmali, naklin kutsallaştırılması: “Vahyin belirleyiciliğinde aklın fonksiyonelliği yerine, naklin, kör taklidin, duygu ve heyecanlara dayalı tepkiselliğin öne çıkarılması sebebiyle, insanlar içtihat ve yorum farklılıklarını, tarihsel olanı, tartışmalı nakilleri mutlaklaştırıp akideleştirerek birbirlerini kolayca katledebilecek sapmalara sürüklenebilmişlerdir.”
-B ir yanda tarihi bikirimi kutsallaştıranların, diğer yanda muhkem ve evrensel olanı bile tarihe gömmeye çalışanların oluşturdukları zaaflardan kaynaklanan savrulmalar
-B ilgi-eylem, iman-amel ilişkisindeki dengesizlikler yaşandı
-T evhidi uyanış sürecinde en büyük zaaf, ilke yerine yapının öncelenmesiydi.
-M eşru itaat ile bireysel özgürlük arasında denge kurulamaması da büyük bir zaaf oluşturmaktadır.
-T üketim kültürü ve kapitalist yaşam tarzına uyum sağlama : Kapitalist gibi üreten, tüketen, yaşayan Müslümanlar çoğaldı. Liberal düşünen, siyasete, ticarete ve toplumsal hayata Kur’an’ı müdahale ettirmeyen, başörtüsünü bile modernleşmenin aracı, cazibeyi arttırıcı bir form haline getirmeyi başaran, bireysel hayatında ise, kimi bireysel ibadetleri içi boşaltılmış formlar halinde yerine getirmeye çalışan Müslümanlar arttı.
-T ağuti sistemleri doğru tanımlama ve ayrışmada sorun yaşanmakta, tağutla bütünleşmeye yol açmaktadır.
-S istem içi araçların kullanımında ölçünün kaçırılması, araçların ve tedbirin putlaştırılması da savrulmalara, sisteme doğru değişimlere yol açmaktadır.
-M üslümanlar, sistem içi değişimi temsil eden partiler üzerinden sisteme eklemlenme riski altındalar.
-S ol ve liberal aydınlarla ilkesiz birliktelikler, onları kanaat önderi edinme, kürt sorunu hatırına onlarla seküler ortak paydada buluşma da savrulmalara neden oldu.
-İ nsan hakları alanında, batının seküler değer ve ölçülerini evrensel ölçüler kabul ederek onları referans alanlar da sekülerleşme istikametinde dönüştüler.
-“S ağcı Müslümanlık” anlayışından kurtulmaya çalışırken, bir de “solcu Müslümanlık” bid’atı hortlatılmaya çalışılıyor.
-İ slami mücadeleyi, belli talep ve beklentilere indirgeme zaafı da, sonuçta bunlar karşılandığında sistemden razı olup entegre olma, teslim olma, rehavete kapılma savrulmasına yol açmaktadır.
-S adece Allah’ı razı etme ve her şeye rağmen vahyi hayata hakim kılma mücadelesini ısrarla sürdürme anlamındaki temel stratejik hedefe kilitlenme yerine, konjonktürel özgürlük ve refah, zenginleşme arayışlarına endekslenme ve ehveni tercih dışı bırakıp, şer ve ehven-i şer arasına sıkışma da önemli bir zaaf oluşturmaktadır.
Pamak, bu tespitlerden sonra, bugün gelinen noktada yaşanan zaaf ve savulmaları aşağıdaki şekilde sıraladı:
1 – En önemli savrulma sebebi, imanda ve şahsiyette zaaf olması, inanılan değerler konusunda emin olunmasını sağlayan yakin bir imanın ve inandığı değerler konusunda bedel ödemeyi göze almayı sağlayacak bir şahsiyetin oluşmamış olmasıydı. Ölüm ve hesap bilincinin güçlü olmaması ve ahiretin yakin olarak algılanmaması. Tevhidi iman yerine Allah’ın varlığına imanın öncelendiği bir toplumsal kültürün, toplumla çelişmeme adına kanıksanması da, savrulmalarda önemli rol oynadı. Örnek İslami şahsiyetlerin ve bunların öncülüğünde, örnek, adil ve kuşatıcı yapıların oluşturulamaması da savrulmalarda pay sahibiydi.
2 – İlk indiği, dönüştürdüğü toplumdan ve ilk inşa ettiği Peygamber ve ashabının hayatından soyutlanmış, ilk pratikten kopuk teorik Kur’an okumalar, bugünkü toplum ve hayatla da bağı kurulamayan ve dolayısıyla pratiğe aktarmada sorunlar yaşayan bir okuma olmuştur. Peygamberin güzel örnekliği ve Kur’ani sünnet içselleştirilmeyince, toplumu dönüştürme sorumluluğu terk edilince, vahyi sosyalleştirmekten, Peygamberi pratikten kopuk teorik imanlar, bir süre sonra cahiliye tarafından kuşatılıp, öğütülüyor. Kulluk eksenli bir hayatı kuramayanlarda, tevhidi bir pratiği üretemeyenlerde meydana gelen boşluğu dünyevileşme dolduruyor. İbadet bütünlüğünden ve ubudiyet bilincinin belirleyiciliğinden kopuk hayat giderek sekülerleşiyor. Dünyevileşme, ulusal kirlilik, yeniden sağcılaşma ve muhafakarlık gibi sapmalar, zayıf olan unsurları kuşatmaya, dönüştürmeye devam ediyor. İlk okuldan itibaren dayatılan ulusalcı kirlenme, zihinlerde gerçekleştirilen ulusalcı işgal ve beyin yıkama operasyonlarının bıraktığı izler, zaman zaman, bu büyük gözaltında gerçekleştirilen hipnotizma, yeri geldikçe sistemin elini şıklatmasıyla hemen devreye girmekte ve insanlar derhal ulusalcı reflekslerle hizaya girivermektedirler. Bunun en bariz örneği Kürt sorunu bağlamında sürekli yaşanmaktadır.
3 – Kulluk eksenli mücadele yerine iktidar eksenli mücadelelere heveslenilmesi, kulluğun parçalanıp, bazı parçaların dinin/bütünün yerine ikame edilmesi, kimileri açısından kulluk bütününden soyutlanmış bir siyasi mücadelenin dinin tümü gibi algılanması, hem de diğer alanları yok sayacak derecede birinci plana çıkarılması da bir başka savrulma sebebini teşkil ediyor.
4 – İman edilen değerleri, Kur’ani ölçüleri hayat düsturu haline getirememek, Kur’an’la ahlaklanamamak, inanıldığı iddia edilen değerleri salih amel haline dönüştürememek, iman-amel bütünlüğünü parçalayan tutumlar da savrulmalarda önemli rol oynamaktadır. Allah bu durumda olanlara Bakara suresi 44. ayette “Başkalarına iyiliği tavsiye ederken kendisini unutan bilgi sahipleri” yada Saf Suresi 3-5. ayetlerde “Yapmadıklarını söyleyenler” ve Cuma Suresinde “Kitap yüklü merkepler” olarak niteleyip kınamaktadır.
5 – Fikirde ve tavırda yüzeysellik sebebiyle derinlik kazanamamak yüzünden slogan, duygu, heyecan ve tepkiselliğin davranış ve eylemlere yön vermesi, vahiy ve aklın yönlendirme ve denetiminden çıkılması ve bu halin çözümsüzlüklere, tıkanmalara yol açması da savrulma nedenlerinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.
6 – Modern kavram ve değerlerin yol açtığı kirlenme ve Batının seküler değerlerini evrensel değerler olarak kabul etme sonucunda meydana gelen zihinsel dejenerasyon ve sekülerleşme Müslümanlar üzerinde önemli bir dönüştürme etkisi yapmış bulunuyor. İlkesizce kullanılan batıl kavramlar, girdikleri Müslüman zihinleri zamanla dönüştürdü.
Emperyalist sekülerleştirme projelerinin estirdiği medyatik rüzgara kapılarak, dağıtılan imkânlara teslim olarak, büyük güçlerin gücü karşısında komplekse kapılarak, onlarla sağlıksız ve ilkesiz ilişkiler kurarak, Batı desteğiyle dönüştürme projelerine eklemlenme de özellikle yerel ve global “28 Şubat” projelerinin temin ettiği çok önemli ve yeni bir savrulma nedeni olarak gelişmelere damgasını vurmuştur. Hem liberal ve sol çevrelerle kurulan ilkesiz ilişki ve birliktelikler, hem de onlardan görmeyi umut edilen itibar beklentileri, zamanla onlara benzemekle sonuçlandı.
7 – Bazılarının yaşının ilerlemesine rağmen bir türlü gelmeyen ve uzun soluklu bir yürüyüşü gerektiren İslami yönetimden ümidi kesip, bir an önce iktidara ve onun nimetlerine ulaşma aceleciliği içine girmeleri de bir başka savrulma nedenini oluşturmuştur.
8 – Tevhidi, inkılabi kesimlere yapılan baskı ve zulümlerden çekinip de sistemin “meşru” (!) saydığı alanlara doğru yönelme eğilimleri, korku krallığına teslimiyet de bu savrulmalarda önemli rol oynadı.
9 – CIA raporlarının ılımlı – radikal ayrımı yaparak, Amerikancı, Batıcı seküler anlayışı temsil eden “ılımlı”lara ve sufizme sıcak yaklaşımlar geliştirmesi, onlarla egemen güçlerin temasa geçmesi, vaadlerde bulunması yada imkanlar açması da, riski olmayan bu tip yanlış din anlayışlarına rağbeti arttırdı.
10 – Çözüm üretememek, alternatif bir yapı oluşturamamak gibi sebeplerle bunalıma düşüp, “biz hiçbir şey yapamıyoruz” diyerek, yanlış da olsa bir şeyler yapar görünen uzlaşmacı, hurafeci kesimlere, kitleleşip kurumlaşanlara doğru meyletmek, (üstelik bunlar ABD, AB, Papalık ve Siyonist kuruluşlarla çok yakın ilişkiler de kurmalarına rağmen) onları yücelterek eklemlenmek de önemli bir başka savrulma nedenidir.
11 – Henüz görevlerini tam yapmadıkları halde, toplumu dönüştürmede haksız yere hemen sonuç almayı ve hemen bir inkılap gerçekleştirmeyi umanlar, uzun vadeli çalışmayı göze alamadıkları ve sabredemedikleri için, hemen dönüştüremedikleri toplumun cahili değerlerini yeniden keşfederek ve daha önce hata ettiklerini itiraf ederek, ne pahasına olursa olsun kitleyle buluşmak adına topluma doğru bir dönüşüm geçirdiler. İçinde İslami motiflere de yer veren fakat esasta tamamen dünyayı terk gayesinde olan “Doğu Mistizminin” ve “Batı Ruhbanlığının” özelliklerini de üzerinde bulunduran “Tasavvufi Düşünce”nin doğması, tarihi bir savrulma nedeniydi. İşte birileri bu savrulmayı eleştirerek yola çıkmışken şimdi yine ona sığınıyorlardı. Müslümanların kolaylığı için çalışan alimlerin görüşlerini dogmatik bir anlayışla kutsallaştırıp, değişmez mezheplerin oluşması, hatta zaman zaman mezhepleri dinin önüne geçirmek, hatta kimileri açısından dinleştirmek suretiyle oluşturulan “Kör taklit”çilik ve mezhebi taassupçuluk bu süreçte yeniden baş gösterdi. Bazı tevhid ehli Müslümanların, yola çıktıklarında önceledikleri Kur’an ve sahih sünnetin belirleyiciliğini terk ederek, mezhebi, Batıni yorumlarla, Kur’an algısını, korunmuş metinle alakasız yorumlarla tahrif eden eğilimlere ve mesnetsiz uyduruk rivayetleri Kur’an’ın ve sahih sünnetin önüne geçiren ve üstelik bu yanlışlara tabi olmayanları mü’min saymayan sapkınlıklara doğru savrulmalar yaşandı. Böylece, Kur’an’ı ve dini parçalayıp, kendi subjektif yorumunu dinleştirip onunla böbürlenen kesimler oluştu. (Rum 30/32) “Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.”
12 – Az sayıda insanla birlikte olmaktan bıkıp, daha geniş kitlelerle birlikte olmanın arzu edilmesi, insanlardan itibar görmeye dair özlem ve beklentiler, marjinalleşmekten korkmak, kitleleşme uğruna ilkelerin feda edilmesi de önemli bir savrulma nedeni oldu. Dünyevi beklentiler, hesaplar, çıkarlar uğruna takip edilen pragmatizm akidevi ve ahlaki ilkeleri çürütücü ve dönüştürücü bir rol oynadı.Halbuki bütün Peygamberler de önce marjinaldiler ve hatta pek çoğu bu konumdan hiç kurtulamadılar, Nuh (as) 950 yılda bir gemi dolduramadı, ama tevhid gemisini inşa etmekten de hiç bıkmadı, yorulmadı ve tüm alaylara rağmen karada gemi inşa etmeyi ısrarla ve yılmadan sürdürdü. Bir fikir, düşünce ve duruşun taraftarlarının marjinal olması, azınlığı teşkil etmesi, onun yanlışlığının ve terk edilmesi gerektiğinin delili olarak ileri sürülemez. Aslında toplumlarda büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan fikir ve çabalar başlangıçta hep marjinal konumda bulunmuşlardır. Toplumlara hamle yaptıran, ileriye taşıyan köklü fikir ve düşüncelerin sahipleri de hep tek kişi olarak başlamışlar ve bu büyük dönüşümün yolundaki ilk adımları da ya tek başlarına, yada birkaç kişiyle atmışlardır. Marjinallikten kurtulup bir an önce kitleleşmek ve aceleyle dünyevi sonuçlar elde etmek isteyenler; dönüştürmek istedikleri toplumdan farklarını oluşturan temel ilkelerini terk ederek, değiştirmek için yola çıktıkları statükoya ve toplumun cahili değerlerine savrulmaktan kurtulamazlar.
Hak ve adalet çizgisinde ısrarlı olmaktan kaynaklanan marjinallik şüphesiz ki şereftir. İnsanlığa hayırlı büyük değişim ve dönüşümlere sebep olan çabalar başlangıçta hep marjinal olmuşlardır. Önemli olan azınlıkta olup olmamak değil doğru konumda bulunup bulunmamaktır. Kur’an bir çok ayetinde “insanların çoğunun bilmeme” noktasında bulunduğunu, hakikate kendilerini kapatan konumları tercih ettiklerini vurguluyor. İblis ilk isyanı gerçekleştirip şeytanlık, saptırıcılık fonksiyonunu üstlendikten sonra, Rabb’imize hitaben, “onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” diyor. Bir başka ayette ise, “iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır” hükmü yer alıyor.
13 – Müslümanların, şirk sistemini, müesseselerini, makamlarını ve yöneticilerini gözlerinde büyütmeleri ve onlardan görecekleri küçük bir ilgi ve itibardan çok fazla etkilenip onlara doğru meyletmeleri, yahut da tersine bir baskı ve tehdit aldıklarında da hemen kenara çekilmeleri, ortada görünmemeleri de, ibretlik bir savrulma nedenidir.
14 – İslami yöntemle, sünnetullah gereği toplumsal değişimle İslami yönetime ulaşmanın çok uzakta görünmesi, uzun ve zorlu bir yolculuğu gerektirmesi sebebiyle bir an önce bazı imkan ve dünyevi başarılara (!) ve bu arada can ve mal riskinden de uzak yöntemlere doğru eğilim gösterilmesi, fedakârlıktan nimetlere, riskten ikbale doğru kaçışın da savrulmalarda önemli rolü olmuştur.
15 – Başta Kürt sorunu olmak üzere, kimi ülke sorunlarına acil çözüm getirmek isteyenlerin, “Mademki şimdi İslam’ın gelmesi mümkün değil, o halde yangını söndürmek için mevcut şartlar içinde beşeri sistemler, modeller çerçevesinde projeler üretmeliyiz” diyerek İslami olmayan çözüm yollarının arkasına takılanlar,
16 – Ekonomik sıkıntılar yaşayanların veya daha yüksek refah seviyesini ve daha büyük zenginliği arzu edenlerin, yada zenginliğine zenginlik katma hırsı içinde olanların, özetle dünyevileşenlerin, ekonomik imkan vadedenlerin, kredi ve ihale dağıtanların yanlarına hem de az sayılmayacak sayılarla koşmaları da dikkat çekici, ibret verici ve tarihi kökleri olan kadim bir savrulma nedeni olmayı sürdürmüştür. Makam, mevki, ihale ve zenginleşme imkanı bulamadıkları için tavizsiz görünenlerin çoğu, bu tür imkanlara dair ilk teklifle muhatap olduklarında, derhal imtihanı kaybedecek bir eğilime kapılabiliyorlar.
17 – “Saray ulemasının” ve bugünün “MGK ulemasının”, “zalim yönetime itaatin” gerekliliği hususundaki açıklamalarının mevcut iktidarlara itaat bilincini oluşturması ve bu sapmanın sistem tarafından sürekli beslenmesi, toplumun zulüm ve fitnenin adresini hep dışarıda aramaya, “kendi zalim ve kafirlerini” hoş görmeye alıştırılmış olmasının da genel anlamda savrulmaları kolaylaştırıcı bir tesiri olmuştur.
18 – Uzlaşmacı bir anlayışla sistemle şu ya da bu ortak paydada buluşmak, resmi ideolojiden beratını tam anlamıyla ilan etmemiş olmak ve bayrakçılık, vatancılık, Türkiyecilik, devletçilik, demokratlık, ulusçuluk, muhafazakarlık vb ulusalcı kirlilikler ve sağcı eğilimler de hep bu kolay savrulmanın zeminini oluşturmuşlardır.
19 – Bazı hayırlı gelişmelerin zamanı gelince kendiliğinden meydana geleceğine yönelik sahte iyimserlik ve yanlış tevekkül anlayışı da direniş azmini kırıcı, pasifize edici bir rol oynamış, zaman zaman gündemleşen mevzii duyarlılıkların da kolayca sönmesinde ve sürdürülememesinde önemli rol oynamıştır.
20 – Zulüm ve baskılar karşısında ne yapması gerektiğinin araştırmalarına yönelip, nasıl mücadele edeceğinin projelerini üretmek yerine, hatta yeni hak ve özgürlük taleplerini dillendirmek yerine, ne pahasına olursa olsun, mevcut kazanımları korumak endişesi ile mevcudun üzerine kapanıp, eldekini de kaybetmemek için pasifleşmek, geri çekilmek, suskun ve özür dileyici bir tavra sürüklenmek de büyük bir zaaf oluşturmuştur.
21 – Türkiye ve Dünyada haklı gerekçelerden kalkarak da olsa, sonuçta hudut tanımayan, ölçüsüz bir şiddeti esas alan eylemlilikler de, hem İslam’ın hak etmediği yaftalarla nitelendirilmesine yönelik emperyalist projelere hizmet etmekte, hem Müslümanlar arası kardeşlik ve ümmet bilincini tahrip etmekte, hem bilmeyen insanların İslama yönelişini engellemekte, insanları İslam’dan soğutmakta, hem de bu tür şiddet ortamları İslami düşünce üretiminin, tefekkürün ve fikri gelişmenin önünü kesmektedir. Ölçüsüz şiddet uygulayan çevreler, belki çoğu da yerli ve yabancı istihbarat örgütlerinin ya da emperyalist ülkelerce oluşturulmuş şiddet eksenli şirketlerin yaptıkları provokasyonlarından ibaret bu tür olayların tümünün vebalini yüklenmiş olmaktadırlar. Bu tür kör şiddeti esas alan eğilimler ve eylemler, gizliliğe dayalı şiddet eksenli örgütlenmeler, davetin önünü tıkayan, şahidlik sorumluluğuna zarar veren, adalet duygusunu zedeleyen sonuçlarıyla, bir yandan tebliğ muhatabı olan insanları İslam’dan uzaklaştırırken, bir yandan da, İslami mücadelenin içinde bulunan kimi kırılgan ve zayıf unsurların da İslami mücadele saflarını terk ederek küsmesine bir kenara çekilmesine, hatta tam tersi istikametlerde dönüşüp sekülerleşmesine, bireyselliğin ve dünyevileşmenin yaygınlaşmasına yol açabilmektedir.
22 – Farklı bir savrulma ve oyalanma alanı da, edebiyat ve sanat yapanların ilkesiz tutumlarıyla oluşmaktadır. “Sanat sanat içindir” anlayışı ile her vadide ilkesizce ve avarece dolaşan sanatçılar, edebiyatçılar çoğalmaktadır. Tevhidi bilincin denetiminde, davasına hizmet için sanat yapması gerekenler, tevhide aykırılıkları bile kolayca gerçekleştirebildikleri şiirler yazabiliyor, bu tür edebi çalışmaları alkışlayabiliyorlar. Edebiyat ve sanat kimileri için, bedel ödemenin gerekmediği, risksiz bir oyalanma ve itibar görme zemini oluştururken, kimilerine de bu sanatı seküler bir eğlence unsuru haline getirerek, modern eğlence formlarını içselleştirme imkanı oluşturmaktadır. Böylece Müslüman kitleler, seküler eğlence mekanlarında başörtülü eğlenme imkanı bulurken, bu tür seküler sanat ürünlerini üretenler de, baskılara muhatap olmaktan kaçarak, edebiyat ve sanatın risksiz ve güvenli limanlarına demirleyip, edebi ufuklarını zenginleştirmeye çalışmaktadırlar. Vahiy-hayat ilişkisinden kopuk, soyut hayal dünyalarında at koşturarak, ulusal kültüre hizmet aşkıyla tatmin olmaya çalışmaktadırlar.
Tüm bu savrulmaları yaşayanlar, yeni konumlarını İslami göstermek için bir de Kur’an vahyini kendi yeni durumlarını tasdik ettirmeye yönelik zorlamaların nesnesi haline getirmekten de çekinmediler. Bir yandan da, başka Müslümanları da kendi yeni tercihleri istikametinde ikna etmeye yöneldiler. Bütün bu savrulmalara rağmen, sanki tevhidi duruş geçici bir gençlik heyecanı olarak geride kalmalıymış gibi, bir de dönüp, tevhidi duruşunu her şart altında sürdürmeye çalışanlara “siz hala orada mısınız?” sorusunu sormaya, kendilerince tevhid ehlini gericilikle suçlamaya yeltenmektedirler.
Biz de onlara diyoruz ki,
–“Evet biz hâlâ, vahyin belirlediği, Nuh (as)’ın bıkmadan, sabırla ve ısrarla tam 950 yıl beklediği yerde duruyoruz”.
–Evet biz hâlâ, Ashab-ı Kehf’in uğruna yüzlerce yıl mağarada bekledikleri ilkelerin yanındayız.
–Evet biz hâlâ, Yusuf (as)ın uğruna zindanı göze aldığı ve zindanda da aynı tevhidi daveti ısrarla sürdürdüğü çizgideyiz.
–Evet biz hâlâ, tek başımıza da kalsak, Rabbimiz tarafından övülen İbrahim (as)’ın tek başına ümmet olma pahasına koruduğu onurlu duruşu tercih ediyoruz.
–Evet biz hâlâ, Firavunun yüzüne hakkı haykıran Musa (as)’ın yanında durmak istiyoruz.
–Evet biz hâlâ, Firavun’un açık ve kesin işkence ve ölüm tehdidine rağmen imanın onurunu kuşanıp taviz vermeyen, “Rabbimiz bizi Müslümanlar olarak öldür” diye dua eden sihirbazların şerefli safına yakın bir yerde durmaktan onur duyuyoruz.
–Evet biz hâlâ, Resulullah (s)in, “bir elime ayı bir elime güneşi verseniz yine de vazgeçmem” dediği ve her türlü zulme rağmen tavize yanaşmadığı ilkelerin belirlediği yerde durmaya çalışıyoruz.
–Evet biz hâlâ, dövüleceğini bile bile Resulullah’ın (s) isteğiyle Kâbe önüne gidip Kur’an okuyup, ağır saldırıya uğrayarak canının zor kurtardığı halde, tekrar tekrar gidip Allah yolunda dövülmeyi göze alan Abdullah İbn. Mesud’un yanında durmaktan onur duyuyoruz.
— Evet biz hâlâ, Hz. Bilal’in kızgın kumlar üstünde, kızgın kayalarla yapılan ağır işkencelere rağmen “ahad ahad” diye haykırdığı yerde durmak istiyoruz.
Pamak konuşmasının sonunda şu hususların altını çizdi:
“Sonuç olarak, en başta imanda zaaf ve yetersizlik, niteliksizlik, korkular, çıkarlar, fikri ve zihni karışıklıklar, çok yönlü pragmatizm, ilkesizlik, acelecilik, çözümsüzlük kaynaklı bunalımlar, marjinallikten ve riskten kaçış ve en son olarak da emperyalistlerin küresel dönüştürme projelerine eklemlenmek gibi unsurlar bu büyük savrulmaların sebeplerini oluşturuyor.
Bütün bu sorun ve zaafların temelinde aslında sahih bir İslami bilgiye dayalı sahih bir imanın ve doğru, isabetli bir yönelişin nitelikli ve derinlikli bir biçimde gerçekleştirilememiş olması yatmaktaydı. Bir de bunun üzerine 28 Şubat’la daha bir serleşip keskinleşen düzenin otoriter, baskıcı tavrı eklenince büyük sapma ve savrulmalar yaygınlaşabilmiş ve üstelik savrulanlar bu konjonktürel baskıları da kendilerine mazeret kılabilmişlerdi. Sonuçta, bazen korku ve endişe, bazen dünyevi güç ve imkanlara erişme hesabı, bazen reddedilmeme, dışlanmama tam tersine itibar görme, medyada yer alma beklenti ve telaşı, çoğu zaman da bütün bu kaygı ve hesapların iç içe geçmesi neticesinde savunulan ilke ve değerlere aykırı tutumlar gündeme gelebilmişti. Yıllarca savunula gelen doğrular bir çırpıda terk edilebilmiş, adeta tövbekar bir ruh haliyle maziye tümüyle sünger çekilebilmişti. “Demokratik tevbe” yapan itirafçı kimlikler, işte bu zaaflar sebebiyle meydanı doldurmuştur.”
Bütün bunlara rağmen umutlu olmamızı sağlayacak çok değerli kazanımlarımızın da bulunduğunun altını çizen Pamak, Müslümanları umutlu olmaya ve yeni umutları yeşertmeye çağırdı: “Ayrıca durumun o kadar da vahim olmadığını, yıllar içinde önemli kazanımların oluştuğunu ve hala muhafaza edilebilen küçümsenmeyecek bir birikimin de var olduğunu düşünerek morallerimizi düzeltmeliyiz. Müslümanların neredeyse tamamının kendisini sağcı, muhafazakar, milliyetçi kalıplar içinde tanımladığı günlerden bugüne alınan mesafe yüzümüzü güldürecek bir mesafe olarak görülmelidir. Kur’an’ın yalnızca ölülere okunduğu günlerden bugüne hiç de azımsanmayacak sayıda insanın, Kur’an’ı anlamak ve yaşamak üzere okumaya yöneldiğini biliyoruz. Ayrıca, tevhidi bilincin yaygınlaşması sürecinin çok kısa bir maziye sahip olduğunu ve geleneksel din anlayışlarının, sahih din anlayışının önünde önemli bir engel olarak durduğunu da unutmayalım. Bir an için kimse kalmadığını, yalnız kaldığımızı varsayalım. Bu en kötü durumda bile umutlu olmak ve çalışmak zorunda değil miyiz?
Süfli dünyevi çıkarları için ilkelerini yemeyen, insani bir hal olarak mazur görülebilecek korkularını imanının önüne geçirmeyen bu Müslümanların, beraberce yeni bir geleceği, ilkeli bir İslami mücadeleyi, yeni umutları yeşertecek azimli bir özgürlük mücadelesini verebileceklerine inanıyorum. Rabb’imizin biz mü’minlere yardım vaadi vardır. Yeter ki, bizler bu mübarek yardıma müstahak olacak halimizi kazanacak derecede, O’na ve dinine yardım yükümlülüğümüzü öncelikle yerine getirebilelim. Ve yine Rabbimiz bize, yardım ettiğinde kimsenin bize galebe çalamayacağını da beyan ederek, müthiş bir umut vermektedir. Biz iman edip, salih amel işlediğimizde ve Allah’ı çokça zikredip O’nun hükümlerini hayatımıza hakim kıldığımızda ve yardımlaşarak zulme karşı koyduğumuzda, “o zalimlerin nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceğini göreceğimizi” bize müjdelemektedir.
Bilmeliyiz ki, inandık demekle bırakılmayıp imtihana tabi tutulmaktayız, “korku, açlık, mallardan, canlarda ve ürünlerden eksiltmek” gibi şeylerle sınanmaktayız. Sabredip direnmemiz halinde kazanacağımız Kur’an’da beyan edilmektedir. Bizlere de umud veren ayetler, o gün büyük sıkıntılar içinde Rasulullah’a ve ashabına da umut vermiştir. Rasulullah (s) en büyük zorluklar içindeyken Allah Rasulünün göğsünü genişletip, yükünü kaldırdığını ve şanını yücelttiğini beyan etmiş ve te’kid üslubuyla umudu yeşerten bir hakikati ilave etmiştir. “Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.” Burada dikkat etmemiz gereken husus, zorluk ve sıkıntılar geçtikten sonra değil, bizzat güçlük ve sıkıntılar yaşanırken iç içe geçmiş bir şekilde kolaylığın da bulunduğudur. Bu şu demektir, zorluk ve sıkıntıların rahminde kolaylığın ve umudun tohumları da bulunur. Sıkıntı ve zorlukların arttığı dönemlerde, bu tohum yeşermeye, kurtuluşun yolları da aydınlanmaya başlar. Sıkıntılara direnenlere kolaylıklar gelmeye başlar. Ne zorluk ne de kolaylık mutlaktır. Zorlukların aşılması ise ancak doğrular üzerinde ısrar ederek ve sabredip direnerek gerçekleştirilebilecektir. Karanlığın en koyu anının aydınlığa en yakın anı olduğu gerçeği ve zulumatın nura gebe olması umutlarımızı arttırmalıdır. Rabb’imizin şu beyanı da başımızı dik tutmamızı ve daima umutlu olmamızı sağlamalıdır: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutlaka siz üstün geleceksiniz” . Allah’ın sözü.
BeğenBeğen
TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMDE KAVRAMLARIN YERİ VE ÖNEMİ
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı’nda bu hafta “Toplumsal dönüşümde Kavramların Yeri ve Önemi” konusu ele alındı. Ahmet Kalkan hocanın sunumunu yaptığı konferansta kavramların yaptığı tahribatın üzerinde duruldu. Yahudileşmenin en belirgin özelliklerinden birinin kelimeleri tahrif etmek olduğu hatırlatılarak, kavram silahının kimyasal silahlardan çok daha etkili bir silah olduğu belirtildi. Kuran ayetlerinin de kullanılan kavramların önemine dikkat çektiği vurgulanarak, kelime manasının dışında bazı kasıtlı kullanımlarının olması sebebiyle Bakara suresinde geçen “Raina” kelimesi yerine “Unzurna” kelimesinin kullanılmasın tavsiye edilmesi örneğine dikkat çekildi.
Ahmet Kalkan konuşmasında şöyle dedi: Müminler Kur’an-i kavramları ısrarla kullanmalı ve özellikle tahriften sakınmalıdırlar. Kuran dışı kelimelere aşırı derecede mana yükleyerek Kurani kavramları günlük hayattan çıkarıp kullanılmaz hale getirmek, önemli bir yanlış ve tamiri çok zor bir sapmadır. Mesela; Aşk kelimesi Kur’an da veya hadislerde geçmez. Bu kelime ancak Mevlutlerde ve ilahilerde çokça geçmektedir. Dolayısıyla Aşk deyince insanların aklına başka şeyler gelir. Mevlütte güya Allah’ın ” Ben sana âşık olmuşum ey nebi” dediği ifadesi yer almaktadırki bu tamamıyla yanlıştır. Allah’ın kitabında aşk kelimesi geçmemektedir. Fakat buna yakın bir manada ve hiçbir taşkınlık ifade etmeyen “meveddet” ve “muhabbet” kelimeleri vardır. Buna rağmen aşk kelimesinde ısrar edenlere şu soruyu sormak gerekiyor: -Yoksa Allah’ın seçtiği kelimeyi beğenmiyor musunuz?”
Konuşmasında kavramlar konusundaki tahrifatın ne derece derin olduğunu çarpıcı bir şekilde örneklerle dile getiren Kalkan : “İslam kavramların üzerine bina edilmiştir. İslami tahrif etmek isteyenler bir takım kavramlar çıkarmışlar, bir takımının da içini boşaltarak cinayet işlemişlerdir. Belki Kur’an da tahrif edilmemiş kavram kalmamış, dersem yalan olmaz” dedi. Bu noktada Kur’an kavramlarının tahrif edildiği alanları bilip tedbir almaya özen gösterilmesi gerektiği üzerinde durdu. Kalkan şöyle devam etti: “Adalet varlıkların ait olduğu yere konmasıdır. Kavramları alıp ait olduğu yerin dışında kullanmak ise zulümdür. İnsanlar kavramlarla düşünüp iman ederler, kavramları beynimizde gönlümüzde içselleştiririz. Bu sebepten Hz. Âdeme kavramların bilgisi verilmiştir.”
Konferansta ayrıca Modern dünyanın bilinçli olarak kelime ve kavramlar üretip bu kavramlar üzerinden Müslümanlara saldırması üzerinde duruldu. Bugün tevhid kelimesinin anlamının birçok kişi tarafından bilinmediği ve bu nedenle “La” sı olmayan “hayır” demeyen bir dinin bilinçli olarak dayatıldığı üzerinde duruldu. Tevhidin bir zikir, bir kişilik, bir yaşam tarzı ve bir tehdit olduğu vurgulandı. Konuşmada şöyle denildi: “ Tevhid kelimesinin anlamını bilmiyoruz. Anlamı bilinmediği için tevhit bir tehdit oluşturmuyor. Kelime-i tevhid; zikirdir, kişiliktir, yaşayıştır, tehdittir. Bugün Tevhidi gündemleştiren (tevhidden hiçbir sapma göstermemiştir.) kuruluşlar yok denecek kadar azdır. ‘’La’’ demeyen bir din olamaz: Ateist, Hristiyan, Yahudi vb. bütün sapkınlıklara kucak açan evet diyen bir din olamaz. İlk başta kirden, şirkten arınmak gerekir. İlahı tanımak gerekir. Allah ve resulü hakkında ne biliyoruz. Peygamber ocağı denilen askeriye hangi peygamberin ocağıdır? Kavramlar tahrif edildiği için insanlara bir şey anlatamıyoruz ilah, rab, tağut, şirk, tevhid… Bunların hepsi muhatabımızın zihninde asıl manalarıyla karşılık bulmamaktadır. Hepsi tahrif edilmiştir.”
Toplumdaki kavram kargaşasının bir sonucu olarak, asıl konulardan çok teferruatın çok daha önemsendiğinin üzerinde duran Kalkan, toplumda tevhidi bozan konuların hiç gündeme alınmamasını fakat abdesti bozan konular noktasında özenle durulmasını eleştirdi. “Tağutun manasını bilen kaç kişi vardır. Sosyal ve siyasal hayatta eğer “tağut” kelimesini uyarlayabilseydik insanlar seçim curcunasına farklı bakardı” dedi. Kur’ani birçok kelimenin tahrif edilmesinde tasavvufi akımların büyük bir etkisi olduğunun örnekleriyle dile getirildiği konferansta, birçok sapmalara temel teşkil edebilecek olan “hulul” kelimesinin yüzyıllar önce bazı mutasavvıflar tarafından Müslümanların literatürüne girdirildiği belirtildi.
Bugün Müslümanlarının modern tabirlerle sıfatlandırılarak belli bir kalıba sokulmaya çalışıldığı belirtilen konferansta: Müslümanlar için, Ilımlı, sıcak, soğuk, demokrat, Atatürkçü, sağcı, solcu yakıştırmalarına dikkat çekildi. İçinde bulunduğumuz toplumda özellikle modern kavramlarının Kuranı kelimelerin tahrifi sonucunda halka kabullendirilmesi üzerinde duruldu. “Namık Kemal’ler Ziya Paşa’lar batıdan getirdikleri kavramları (hürriyet, vatan, özgürlük, istiklal) Anadoluda değişik alanlara sürüklediler. Gazilik, Şehitlik gibi Kur’an kelimeleri tahrif edildi, kavramları boşaltıp seküler anlamlarla doldurdu. Müslümanları karalamak için muhafazakâr gibi yeni kavramlar türetildi. Gri kavramlar oluşturuldu. Mesela; Millet kelimesi Kur’an da din manasında kullanılmıştır. Milli demek, dini demektir. Fakat kavramlar farklı yönlere kanalize edilmiş ve Milli piyango(dini piyango?!?), milli günler, milliyetçilik, milli takım derken Stadyumlar tapınak, futbolcular baldırı çıplak tanrılar olarak kendi dinlerini oluşturmuşlar.”
Katılımın oldukça fazla olduğu konferans dinleyicilerin sordukları soruların cevaplandırılmasıyla sona erdi.
///
http://www.ahmedkalkan.net
Yukarıdaki web sitesinde Kavram Tefsiri bölümünü açarsanız, alfabetik olarak sevgi, hüküm-hakimiyet, şura, put ve putperestlik, tuğyan-tâğut ve benzeri kavramları bulacaksınız.
Yerli yerinde kullanılmayan Kavramlar ATOM BOMBASINDAN DAHA ÇOK tehlidir.
Dilimizdeki bombalara dikkat edelim.
Kur’an ve Sahih/Mütevatir Sünnetin gösterdiği Tevhid çizgisinden sapmak demek bombalamak demektir.
BeğenBeğen
s.a.
BASIN AÇIKLAMASINA ÇAĞRI
Aşağıdaki linklerde konusu belirtilen Basın açıklaması 5 Nisan Pazar günü Kızılay Güvenpark YKM önünde saat 12;00 de yapılacaktır.
Basın açıklamasına çağrı ile ilgili duyuruları buralarda da bulabilirsiniz.
http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=7464
http://www.ilkav.org/news.aspx?id=515
http://www.dengeradyo.com/
–/–
Hayvandan aşağılar gelecek ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümetiyle anlaşarak; Iraktaki askerlerini türkiyeden çıkaralım diyecekler ve buradan geçirelim diyecekler, pis ayakalarını buralara basacaklar ve biz de kendimize müslümanız diyeceğiz, dindarız diyeceğiz sonra öylemi…?!?
Bu neye benzer biliyormusunuz onlar katlederken, tecavüz ederken, fitne çıkartırken, hayvanlıklarını sınırsızca yaşarken ve daha sonra bizim yanımıza geldiklerinde biz birşey söylemez isek, zülme rıza gösterir isek ne olur biliryormusunuz Kuran ı zikretmemiş oluruz.
Şükrümüz şükür, duamız dua, kulluğumuz kulluk, ibadetimiz ibadet vs vs. olur mu?
BeğenBeğen
Bu basın açıklamasından 2 saat sonra (14;00 de)yeni ikiz çucukları doğan A.ÇELİKER abimizinde “DÜNYEVİLEŞMEYE KARŞI İSLAMİ ŞAHSİYET VE İLKELERİN KORUNMASI” Konulu konferansı var.
Adres:İLKAV KONFERANS SALONU (3 KATLIDIR)
STRAZBURG CAD NO:28/A SIHHIYE/ANKARA
İRTİBAT TEL:0 312 229 79 76
NOT: Bu konferansın CD si haftaya çıkar.
Diğer konferansların CD lerini isteye bilirsiniz.
BeğenBeğen
İSLAMİ ŞAHSİYET VE İLKELERİN KORUNMASI
İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV)’nın düzenlediği alternatif eğitim konferanslarında bu hafta “Dünyevileşmeye Karşı İslami Kimlik ve Şahsiyet” konusu ele alındı. “Ve elçi dedi ki: ‘Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.’” Ayetini okuyarak konuşmasına başlayan Abdurrahman Çeliker dünyevileşmenin “amelde, itikatta, bilinçte bozulma olduğu; dünyevîleşme yönünde değişimin de, hayatın her alanında dinsel düşünmeyi devre dışı bırakma, dini sembolleri anlamsızlaştırma ve dini ancak vicdanî tahayyül olarak konumlandırma olduğu tanımını yaptı.
Dünyevileşmenin değişik boyutlarına değinen Çeliker konuşmasına; “Dünyevileşme eşref-i mahlukat olan insanın esfeli safiline, çamura doğru yönelmesidir. Allah’a doğru değil şeytani olana doğru bir yürümesidir. İnsanlığın en büyük ve diğer hastalıklarında kendisinden neşet ettiği hastalığı olan dünyevileşme ile ilgili Rabbimiz kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bizden önceki ümmetlerin, kavimlerin bu yöndeki sapmalarıyla ilgili bir çok ayet inzal etmiş ve insanları bu beladan tevhid ve adaletin sağaltıcı mesajına çağırmıştır.” Sözleriyle devam etti.
Çeliker konuşmasında Rabbimizin henüz ilk ayetlerde dünyevileşmenin insanı nasıl insanlığından çıkardığı konusunda örnekler sunduğunu belirtti; Kur’an’da dünyevileştiği belirtilen kavimlerin özelliklerini anlatarak konuşmasına devam etti.
Çeliker dünyevileşmeye karşı bizleri karanlıklardan aydınlığa çıkaracak olan Kur’an-ı rehber edinmeli, Resulün güzel şahitliğini hayatın içerisinde yeniden ikame ederek, bir tevhid eylemi olarak namazı aramızda yeniden dirilterek, onu ete kemiğe büründürüp vahyin şahitleri olarak iman-amel bütünlüğü içerisinde hayatımızı anlamlı kılınması gerektiği; günü birlikçi, hayalci projelerle değil, vahyin hayat bahşeden rehberliğinde ve Resulün sahih sünneti eşliğinde, hayattan kopmadan, onun akıntısına da kapılmadan vahiyle anlamlandırarak yaşanması gerekliliği üzerinde durdu. Dünyevîleşme kıskacında ızdırap çeken günümüz insanı için tek çarenin öze dönüş ve çözümün sadece Kur’an’da olduğunu belirtti ve “Dünyevileşme ekonomik alanda olduğu kadar hayatın her alanıyla ilgili bir olgudur. Mal-mülk sevgisi, makam ve mevki hırsı, yanındakilerle övünme ve iktidar olma hırsı dünyevileşmenin değişik görüntüleridir ifadesini kullandı.
Hayatın içerisinde bulunan hemen her şeyin bizim için bir ateş çukuru olduğunu ateşin bize İbrahim’e serin olduğu gibi bize de serin olması bizim de İbrahim gibi İslami kimliği ve ilkeleri kuşanmaktan geçtiğini söyledi ve “Bilin ki gerçekten Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir. Şüphesiz Biz, umulur ki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık. Gerçek şu ki, sadaka veren erkekler ile sadaka veren kadınlar Ve Allah’a güzel bir borç verenler; onlar için kat kat artırılır ve kerim olan ecir de onlarındır. Allah’a ve O’nun Rasülü’ne iman edenler: İşte onlar Rabbleri katında sıddıklar ve şahidlerdir. Onların ecirleri ve nurları vardır İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise; işte onlar da cehennem halkıdır. Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir süs. kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk vardır. Dünya hayatı aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (57/Hadid: 16-20) ayetini okuyarak konuşmasını tamamladı.
/
–DÜNYEVİLEŞMEKTEN KURTULMAK İÇİN KÜÇÜK BİR FORMÜL–
*Hergün bir sayfa Kur’an okumalıyız.
-Sabah namazından sonra bir sayfa Kur’an okunur, anlaşılır ve ezberlenirse güzel olur.
*Aynı şekilde 8-10 kişi toplanır. Haftada bir gün 7 sayfa üzerine manası hakkında düşünülür.
-Şöyle; 1 sayfa ders başkanı tarafından okunur
-Sonra bireyler oturma sırasına göre sağdan sola manasını paylaşmak istediği ayetle ilgili derse katılır. Sonra ders başkanı öteki sayfayı okur ve devam eder.
İnanınki kelimelerin cümlelerin farkına varacaksınız.
BÖYLECE KİŞİ AYNI AYETLE 3 DEFA KARŞILAŞIR.
Bir kendisi sabah okumuştu.
İki ders başkanı okumuştu.
Üç manasını paylaşılınca okunmuş oldu.
*Kur’an kendisini tefsir eder, sabırla derse devam edilir. Takıldığımız yerde bekleyelim Kur’an onu diğer sayfalarda açıklar.
*Derste Mütevatir haberin/sünnetin dışında Ahad haberlere yüzde yüz iman zorunluluğunuz yok.
Ahad haberlere tekfir derecesinde münazara yapmanıza gerek yok.
Mütavatir haberde de Kur’an bütünlüğünü gözetirseniz kolaylık olur.
*Evet 1 yaşından 25 yaşına kadar (üniversiteyi bitirene kadar) yardımcı kitaplarıyla birlikte yaklaşık 500 kitap okuyan bir insan yani 75 yıl insan ömrünü düşünürsek 50 yıl rahat yaşamak için bu kadar kitap okuyan bir insan
Ahiret, gerçek yurt için sonsuzkere 50 yıl için, ebedi hayat için sadece 1 (bir) Kitap okumuyor.
Kur’an okuyalım, tefekkür edelim, yaşayalım ve dünyevileşmeyelim.
Birbirimize en güzel tavsiye budur diyorum.
Selametle…
BeğenBeğen
Duyuru;
İlkav da 19 Nisan saat 14;00 de
HAMZA TÜRKMEN abimiz “ÖNCELİĞİMİZ MEDENİYET HAMLESİ Mİ? KUR’AN TOPLUMUNU İNŞA MI?” Konulu zor bir konferans verecek.
Adres:İLKAV KONFERANS SALONU (3 KATLIDIR)
STRAZBURG CAD NO:28/A SIHHIYE/ANKARA
İRTİBAT TEL:0 312 229 79 76
Konferans duyurularını
http://www.ilkav.org ve 92.1 Denge Radyodan http://www.dengeradyo.com takip edebilirsiniz.
Sitedeki “izle dinle” bölümünden bazı konferans ve sohbetleri izleye/dinleye bilirsiniz.
Sorunuz varsa Hamza Türkmen Abiye ilete bilirim.
BeğenBeğen
“Ölümün Yol Açtığı Duygusallıkla Feda Edilen İlkeler”
Başlığı altında bütün müslümanları ilgilendiren bir yazı yazmış, Mehmet PAMAK Abi.
http://www.haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=9828
BeğenBeğen
İyi yapmış ta Duyuru Bey (Hanım) bunun Padişah Karikatürü ile ilgisini çıkaramadım. Buradaki yazıların linkleri Haksöz’de yayınlanıyor mu?
BeğenBeğen
S ağcı Müslümanlık” anlayışından kurtulmaya çalışırken, bir de “solcu Müslümanlık” bid’atı hortlatılmaya çalışılıyor
bu nedir yahu, tarafsız bilgi lütfen bu siteyi hep aynı düşünen insanlar mı gezmeli.
BeğenBeğen
Derin Sorgulayıcı,
Yazılarımı “sağcı, solcu Müslamanlığın” hangisi ile nasıl ilişkilerindirdiğnizi siz biliyorsunuzdur eminim. Burası bir “tarafsız bilgi” sitesi değildir. Doğruculuk, adeletten, vicdandan taraf fikirler serdedilir ya hu!
BeğenBeğen
Yukarıda yorum olarak yazıların az bir kısmını bile olsa okumak isterdim, ama bu kadar yazıyı, hele “yorum” olarak kim okur. Yazıların içerikleri de bir girift, bir havalı ki sormayın. Bunları yazan birader ve hemşirelere biraz daha anlaşılabilir bir üslup tutturmalarını tavsiye etmek isterdim. Meselâ bu hususta kendilerine Kur’an-ı Kerîm’in güzel ve bir o kadar da basit ve anlaşılır Klasik Arapça dilini örnek alabilirler. Yukarıdaki gibi yazıları İngilizcedeki tabirle en “nerdy” sosyal bilimciler bile zor okur, bir de bunlarla ortalama vatandaşı aydınlatmak nerede kalmış!
BeğenBeğen